Misli Baydoğan
Sülbiye Teyze’nin hakikatle ilişkisi, ceviz ağacından taşlığa düşen gölgeler gibi kıpır kıpırdı.
“Hacanne nidiysin, iyisin mi, sana yağlı ekmeğnen peynir sarıverdi hanım sıcağıynan, afiyetle…”
Başıyla şöyle bir onaylayıp elindeki mavili beyazlı orlon life döndü. “Dert yapışasıca soyka,” dedi dişlerinin arasından. Tek ben duydum. “Hanım olmak senin bitli oğradına kaldıydı…” Gönlü olana kadar ekmek buza kesti. Yengemin getirdiği limonlu açık çayına katık edip, takma dişleri ağzında lok-lok ederek çiğnerken “Yarın ıspanaklı ekmek edelim de gönderelim,” dedi yengeme. Yüzünde yağlı ekmekten pek memnun kaldığına inandıramayan sahte, zorlama bir gülüş. Ispanaklı ekmek, Sülbiye Teyze’nin konu komşuya ve bahçe duvarlarının ötesindeki cümle âleme karşı kuşandığı en keskin silahıydı. İçinde tandırı tütmez, kazanında yuduğu giyilmez, avlusuna pisten pasaktan girilmez tekmil kadınların, üzerindeki tereyağı terleyerek sarı sarı eriyen, dumanı ılgın ılgın tüten yarım ay şeklindeki ekmekleri görüp hizaya gireceklerine, utanıp ondan hanımlık dersi alacaklarına dair sarsılmaz bir inancı vardı. Sülbiye Teyze hiç evlenmemişti.
Dayım şişindi. Geçen hafta un helvasıyla giden melamin kayıkta bugün yağlı ekmekleri getiren arkadaşına; “Halam da öyle bir eder ki ıspanaklı ekmeği, çağa çocuk parmaklarınızı yersiniz ha!”
Yengem ses etmedi yüzlerine. Mutfakta bardakları çalkalarken kendi kendine söylendi; “Babayızın uşağı vardı!” Arsız, dediği kediyi tepikleyip dışarı attı. O tepiği böğrümün tam ortasında hissederek ben de kedinin arkasından fırladım dışarıya.
Öğle üzeri sıcak çöküp de hane halkı kızmış betona yalın ayaklarıyla basa basa halıları toplanmış, kel odalarına kaçışana değin kimseye görünmeden kendi kendime oyalanırdım her gün. Dayımın bitmiş Maltepe’sinin kâğıdından gemi yapıp, jelatininden bacasını üzerine tutturur, evin yan tarafındaki harıkta kaptancılık oynardım. Bostana açılan limandan yolcu alır, elmalıkta yük bindirir, daha aşağıda, Hektor’un kulübesinin hemen önündeki limanda, bir gözümle hayvanı kolaçan ederek, çekine çekine yük boşaltırdım. Boynum terlerdi Hektor’la her baş başa kalışımda. İçimde küçük havuza bastırıp da elimi çeker çekmez gerisin geri suyun yüzüne zıplayan lastik top gibi bir boşluk hop ederdi. Hektor zincirinin yettiği yere kadar, sıcaktan kaçabildiğince kaçarak gölgeye serilmiş, ben gelince önce bir gözlerini açar, ayaklanır, yüz bulamayınca tekrar yatardı.
Sülbiye Teyze’nin oturduğu odanın açık penceresinden ara ara “Ooff değil af yarabbi!” ler duyulurdu. Elinde kalın tığı, gözlükleri burnunun ucuna düşmüş ve kocaman ayaklarının biri altına katlanmış diğerini divana doğru uzatmış, her yeri uyuşup da hareket edemeyecek hale gelene dek aynı vaziyette dururdu. Neden sonra ayaklarının yerini değiştirmek ister ve aşağıya doğru var gücüyle bağırıp beni çağırırdı. “Oy gadan alam, tutuver şu kolumdan!” Koşup girerdim kolunun altına. Şehirdeki anneannemin, annemin ve tanıdığım diğer kadınlarınkine benzemeyen, sabunsu, odunsu bir kokusu vardı kazağının ve oyalı yazmasının. Bileklerine kadar kınalı elleri tuhafıma giderdi. Şişmandı. Şalvarının içine diktiği cepleri türlü küçük mucizelerle doluydu. Köyde herkesin evinde, dişlerime yapışıyor diye pek de sevmediğim sarı lokumlar varken, o nereden bulursa bulur, şalvarından tadelle çıkarırdı bazı. Tipitip ve Mabel sakızlar, parmak çikolatalar, kolalı jelibon şekerler… Tek koşul onunla paylaşmamdı. Cebinden çıkana sevinip de, şöyle bir ağzımın tadıyla bir dala tüneyip yiyebilmişliğim yoktu. “Hele bir lokma da bana ver.”
Tam ayağa kalkmış altındaki ayağını boşa, diğerini altına alırken veya abdest almış, havluya ellerini kurularken ya da başında gezmelik, mavi yazması, ayağında gezme terlikleri, beni yanına katmış komşuya gitmek üzere bahçe kapısından adımı tam atmışken dönüp “Ben bir şey yapacaktım, ne yapacaktım ola?” diye sorardı yüzüme bakıp. Dedeme ne çok benziyor diye geçerdi içimden. “Sülbiye Teyze ayağını katlıyordun” derdim ben de. “Namaz kılacaktın” veya “komşu falanca teyzelere gidiyorduk.” “Senin bana hala demen lazım ya neyse,” diye karşılık verirdi. Az önce yaptığı işi unuttuğunu bile unutup hiçbir şey olmamış gibi devam ederdi.
Akşamüzeri, karşı dağlardaki servilerin uçları sallanmaya, yusufçuklar susup, bülbüller şakımaya ve sabah gün ışımadan yollara düşüp kayısılıklara çalışmaya gidenler yorgun argın yolun bir kıyısından dönmeye başladıklarında Sülbiye Teyze ile merdivenin altındaki makata “azıcık serinlemeye” otururduk. Ortamızdaki büyük sinide kayısı reçeli, peynir, domates ve “yuğka” ekmeği. “Hala reçeli az yiyesin, çocuğa koydum ha!” diyen yengeme “Göğnüm yok, iki sokum peynirle domates atarım ağzıma,” deyip, “soykası batasıca” yengem içeri girer girmez yufkayı sol eline yayıp, dürümünü dizmeye başlardı. “Yarın biz de gidelim tarlaya,” diye sızlanırdım. “Ne tarlası çağam, otur oturduğun yerde, bu sıcakta.” Dürümün iki ucunu kıvırır, iri bir dolma gibi elinde tuttuğu ekmeği avuçlarında sıkıp, koparıp yarısını bana uzatırdı. “Bu çok bana…” “De yeri sen de! Yediğini ye, yemediğini ver.” “Gidecek miyiz yarın?” “Nere?” “Tarlaya işte… İslim damı yapacaktık, söz vermiştin…” “O dediğin tarla değil bahçe, tarlada fasulye var.” “Tamam, o zaman bahçeye… Dayım su sulamaya giderken biz de binelim kamyonete, gidelim. Gidelim mi Sülbiye Teyze? Hala? Hı? N’olur?” “Uyladın sen de ha, tamam dedik sana bir defa, az sabret daha erken islim damına.” Israr edersem bastonu eline alıp beni yattığım yerden kovalayacağı an işte tam burası olurdu. Susardım.
Kollarımı başımın altında kenetler, yattığım yerde dizlerimi bükerek, bir ayağımı diğer dizimin üzerine atardım. Akşam güneşi önce elma, dut ve ceviz ağaçlarının yüklü dalları ve rüzgârla oynaşan yapraklarından, sonra da çıplak ayak parmaklarımdan süzülüp yüzüme düşerdi. Parmaklarımı açıp kapayarak ve bükerek ışığı komutam altına almaya çalışırdım. İki lokma ısırıp bıraktığım reçelli, peynirli dürümle karnım doyardı. Okulların açılmasına daha haftalar var, avukatıyla haciz memurlarını alıp kapıya dayanan babam ve onunla her telefon konuşmasından sonra odasında bağıra bağıra ağlayıp, elindeki fincanla tabağını duvara atıp kıran, kilitli kapıdan çıkınca da “yok bir şey, annenin sinirleri bozuk biraz” diyen yüzü gözü şişmiş, pijamalarını üzerinden çıkarmayan annem çok uzaklarda… Ders yok, ödev yok, matematik kursu yok, her akşam aynı saatte basket antrenmanı yok, ayağımı sallaya sallaya dayımın çarşıdan almaya söz verdiği Barış Manço’nun son kasetini bekliyorum. Çocuklarını yüzlerini göremeden hep yengemin karnında yitirmiş dayım peşimde pervane. Yengemin yüzü asık ama bir dediğimi yine de iki etmez. Dokuz yaşımın kayıtsız ve gamsızca tam göbeğindeyim. Yaz mevsiminin sonsuz sayıdaki günlerinden bir gün, güneşin yakmadan ısıtan bitimsiz ışığının altında, ağaçların ve Sülbiye Teyze’nin gölgesinde, islim damı yapacağım günün hayaliyle, çardağı çevreleyen asmadan akşam esintisine tutunup gelen mayhoş kokulu havayla usul soluklar alıp veriyorum. Yapraklar kımıldadıkça ayak parmaklarımın arasından süzülen bal kıvamlı bir ışık gözlerime, kirpik diplerime, dudaklarıma düşüyor.
“Yarın gardaşım da gelsin de, toplaşıp çıkalım bahçeye.” “Kim?” “Sabahın erinde çıkarız. Önce gider bir ocak yaparız. Bildin mi nasıl yapılır?” “Yok.” “İrice taşları dizersin böyle etrafına, ortasını eşelersin biraz, varsa kömür, yoksa çalı çırpı, tutuşturursun, çayını demlersin, büyük tencerede yemeğini kaynatırsın.” “Ispanaklı ekmek yapacaktın ya hani yarın?” “Kim dedi?” “Seeen…” “Bırak şimdi. Giderken tarlada durur fasulye toplarız, domates… Anan yapmamıştır hiç, paklalı pilav ederiz.” “O ne?” “Yiyince görürsün. Sonra da kayısıları tek tek elimizle kasalara dizeriz. Böyle üst üste gelecek, inci gerdanlık gibi dizilecek, tane tane ama ha, kaytarırsan bozuşurum…” “Kaytarmam.” “Aferin. Sonra da islim damını yaparız. Çamuru karıştıracaksın, saman koyacaksın içine, yoruldum dersen daha da götürmem.” “Demem ki.” “İyi, sonra elimizle dört duvar çıkarız. Önce tuğlaları güzelce dizersin, arasına çamur sürtersin, sonra etrafını bir güzel ellerinle sıvarsın. Amma iyi sıvarsın, bir delik, şuncacık bir aralık bile açık kalmayacak anladın mı?” “Çatısı?” “Çatı yok, dam olur tepesinde. Kalasları dizersin, dalları, gazelleri güzelce yığarsın, onu da bir tamam çamurla kaparsın yoğusam hava alır kasalar, bir çuval inciri berbat edersin.” “Etmem.” “Sonra kükürt alırsın avucuna. Sapsarı olur bildin mi?” “I-ıh.” “Avucunnan serpersin kayısı kasalarının üstüne. Serpmezsen gurt, böcük olur hep. Her tarafına aynı serpecen. Ne fazla olacak ne az. Kararını bilecen. Eğer ki işini düzgün edersen, o damı açtığında nasıl sapsarı, diri diri olur o kayısılar, na böyle her biri bir altın sikkesi gibi, yemeğe kıyamazsın.” “Kaç günde biter islim damı?” “Hemen biter, hemen. Ama ağzı kapalı bekleyecek sonra. Sen bu halanın bakma yerinden zor kalktığına, toprağı, ağacı gördü müydü alimallah on sekizlik kız oğlan kız gibi dikkir dikkir çıkar bahçeleri!” “Kız oğlan kız ne?” “Ölünün körü! Büyüyünce öğrenirsin. Yalnız o kalasları Halil Ağannan Hatçaabanın tarladan sürüyüp getirmek lazım, o yüzden gardaşım da gelsin de… O anlar onların dilinden, damarından.” “Hangi gardaşın?” “Kaç tane var gardaşım? Aman bu da saf mı, seme mi ne gı! Deden olacak gardaşım yok mu?” “Var mı?” “La havle ve la kuv… Allahümme ines… Tövbe töv… Akşam vaktı! Lafımı da şaşırttı bak… Bi’ de sırtarıyo! Şimdi kalkarsam ayağa!”
Sülbiye Teyze’nin hakikatle ilişkisi, ceviz ağacından taşlığa düşen gölgeler gibi kıpır kıpırdı. Karşı dağın yamacından ince bir yel estiğinde, ince dallar ve gümrah, koyu yeşil yapraklar dans eder gibi, kıvrıla büküle ahenk içinde sallanmaya koyulurdu. Kâğıttan geminiz hamur olmuş, kediler köpekler köşelerine çekilmiş, hane halkı sıcaktan taş odalara kaçışmışsa ve sizin öğle vakitlerinde can sıkıntısından çenenizi ellerinize dayayıp yerdeki gölgeleri seyretmekten başka yapacak işiniz yoksa, pek çok şeyi anlamaya başlarsınız. Gölgeler oynadıkça çocuk zihninizde aydınlık aralıklar belirir. O aydınlık aralıkların her birinde Sülbiye Teyze’yi biraz daha anlarsınız. Artık hayatta olmayan, aklını kaybederek öldüğü söylenen ama size hiç anlatılmayan şekliyle ölümü kocaman bir muamma olan dedenizi de… İki kardeşin aslında ne kadar benzediğini… Ve bir kardeşiniz olsa onun da size çok benzeyeceğini, belki gölgeleri seyretmeyi sevebileceğini…
Nasılsa birazdan hatırlayacak diye, gardaşının artık hayatta olmadığı dilimin ucuna gelse de gerisin geri yutardım. “Bildim tamam,” derdim, “senin gardaşın, benim dedem, sabah gelsin de gidelim birlikte bahçeye…” “Kalk içerden şalımı al gel, dizlerim tutulacak.” Gider alır gelirdim.
https://www.facebook.com/magaradandergi/ https://twitter.com/magaradandergi