SORU: Hocam Türk’ün anladığı yani Türk Aleviliği ile İran ve Arap Alevilikleri arasındaki farklar nelerdir?
ABDÜLKADİR SEZGİN: Efendim Arap Aleviliği diye bir şey yok ama İran’da Alevilik denilebilir bir şey var. Şia bunlar. Dünyada bilinen 7 veya 8 İslam Mezhebi var. 4’ü Sünni mezhep, 4’ü veya 3’ü Şia’nın mezhebi…
Sünnilik bir mezhebin adı değil. 4 mezhebi birleştiren şemsiyenin adı, grubun adı.
Şiilik de mezhep değil. Bu şemsiye altındaki diğer mezheplerin bütününü ifade eder. En önemlisi Caferi mezhebi… İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Suudi Arabistan’da var. Diğeri Zeydi mezhebi.
Zeydiler daha çok Yemen ve çevresinde var, Mısır’da var. İsmaili Mezhebi Afganistan’da, Hint bölgesinde, kısmen değişik yerlerde de var. Bir DE Nusayrilik var. Nusayrilik mezhep mi tarikat mı olduğunda ihtilaf var. Bir kısmı mezhep kabul ediyor. Bir kısmı Şia’nın mezhebi değildir, Hıristiyanlığın mezhebidir diyor. Bir kısmı onların da mezhebi değil tarikattır diyor. Bizim Hataylı Nusayriler “Biz Müslümanız” diyorlar. Ancak bölge Müslümanlarının bir kısmı “bunlar Müslüman değil” diyor. Bir kısmı “Biz Şia’ya mensubuz” diyor. Bir kısım Şiiler de onları mezhep kabul etmiyor.
Böyle tartışmalar var. Şimdi Şia bir ideolojidir, ideolojik sözdür.
İslam tarihinde ilk defa Hz. Ömer halife seçildiğinde “Şia’yı Ömer” deyimi çıkmış ortaya. Yandaşları, partizanları demek aşağı yukarı… Ömer yanlıları. Osman zamanında böyle bir Şiilik yok. Yani Şii adı yok.
Osman’ın taraftarı yok. Emeviler, sadece onun taraftarları. Emevi olmayan Osman taraftarı yok. Hz. Ali’nin çıkışıyla birlikte Ali taraftarlığı o kadar heyecanlı ve yüksek olmuş ki, Ömer devrindeki Şia, Ömer unutulmuş, sadece Şia denince Ali taraftarları, Ali partizanları, Ali militanları gibi anlamlarda “Ali Şiası” yerleşmiş.
Bugünkü anlamında Şia’nın teşekkülü çok daha geç. Yani Hz. Ali dönemiyle bugünkü Şia’nın ilgisi yok. Mezheplerin teşekkülünden çok sonra İmam-ı Cafer’in oğlu İmam-ı Zeyd var. Zeydiye Mezhebi’nin kurucusu İmam Zeyd var. İmam Zeyd’in adını veriyorlar. İmam-ı Zeyd de Ebu Hanife’nin çok sevdiği bir genç. İmam-ı Cafer’in oğlu.
İmam-ı Cafer’den bütün Sünni mezhep imamları ders okumuşlar. İşte bir rivayete göre İmam-ı Azam’ı annesiyle de evlenmiş İmam-ı Cafer.
Efendim öyle bir yakınlık dedikodusu da var. Öyle olsun veya olmasın İmam-ı Azam Ebu Hanife dâhil Sünni mezheplerin imamları İmam-ı Cafer’den okumuştur.
Şia’da ise mezhep farklı bir yoldur. Nasıl farklı bir yol? Diyelim ki bizde mezhebi kuran adam ya fıkıh mezhebi kurar, ya iman mezhebi kurar. İman mezhebi de iki tane bizde. Birisi Maturidi birisi Eşari. İmam-ı Eşari de Maliki, Hanbeli ve Şafiler ona bağlı. Hanefiler Maturidi’ye bağlılar.
Fakat Şia diyor ki “Müçtehit ölünce içtihatları biter; geçerliliğini kaybeder. Ondan sonra onun yerine kim gelirse, onun içtihatları devam eder. Biz ölen adamın fikirlerini bugün yaşamasını sağlıklı bulmuyoruz. Dünya devam ediyor, hayat devam ediyor, fikirler olgunlaşıyor. Onun için de biz ölen adamın fikirleriyle bizden kaç yüzyıl önceki görüşleriyle amel etmeyiz.”
Bunun akla yatkın tarafları da olabilir. Öyle değil mi? Ama adamlar ne kadar çağdaş? Eski kitaba bakarak fetva veriyorlar, diye şii olmayanları eleştiriyorlar.
- Peki İslam mezhepleri arasında dinin esasları bakımından helaller, haramlar bakımından herhangi bir fark var mı?
Asıl problem bu soruyu sormakta. Bu soruyu sorduğumuzda bunun mezhebi karışık filan diyorlar, mezhepsiz diyen de çıkıyor.
Dünyada farklı bir Kur’an metni yok. Herhangi bir mezhebin Şii veya Sünni Kur’an’da var olan bir şeye itirazı da yok.
Bütün Müslümanlar Kur’an’daki farzları farz kabul ediyoruz, ibadetleri ibadet kabul ediyoruz, haramları haram kabul ediyoruz, helalleri de helal kabul ediyoruz.
- Geriye ne kaldı?
Teferruat, teferruat. Sadece bir kere bir şokla birazcık Müslümanlar Türkiye’de Azerbaycan’da ve İran’da fark ettiler, bir silkindiler, bu farkediş de bir yürüyüş kadar sürdü.
Rahmetli Özal Cumhurbaşkanı’yken 90’ın sonu 91’in başı Amerika’da Bush’la görüşmüş, çıkarken gazeteciler;
“ – Azerbaycanlılar bağımsızlık istiyorlar arkasında siz mi varsınız sayın cumhurbaşkanı, onlar da Türk siz de Türk’sünüz” diye soru soruyorlar.
Özal da pratik zekâsı çok keskin bir adam… Öyle bir cevap vereyim ki, bir daha bana kimse bir şey sormasın diyor.
“- Onlar Şii biz Sünni’yiz.” diyor. “Gidin İranlılar’a sorun”. Diyerek, arkasında biri varsa İran’dır” demek istiyor.
O gün Salı veya Çarşamba günü tam hatırlamıyorum şimdi. Cuma günü Bakü’de miting var. İstanbul’da, Konya’da, Bursa’da, Ankara’da, İzmir’de miting var. Tahran’da miting var.
Birbirinden haberi olmayan, haberleşme imkânı pek olmayan günlerde slogan aynı: “- Ne Şii’yiz ne Sünni Müslümanız Müslüman.”
Bu müthiş bir keşifti. Müthiş bir manevi birliktelikti, dil birliğiydi, hakikat birliğiydi.
Bir gün muhafaza edebildik onu o yürüyüşlerde. Kimden duydular onu, kim söyledi tüm şehirlere Türkiye’nin, daha bağımsızlığını kazanmamış Azerbaycan’a, Tahran’daki yürüyüşe kim götürdü bunu?
Demek ki akıl için yol bir. Özal’ın o tepkisine öyle bir tepki oldu. Azerbaycan’da çok ciddi bir tepki oldu rahmetli Özal için. Sonunda hanımını gönderdi on gün sonra mı yirmi gün sonra mı Azerbaycan’a. Televizyona çıktı, basın toplantısı yaptı Semra Özal. Özür diledi cumhurbaşkanı adına.
Ben gittiğimde bana da bir şey diyecekler filan diye sordum. Onlar da “Arvadını gönderip bizden özür istedi. Onun için affettik.” dediler. Kızmıyoruz dediler.
- O bir günlük aklı muhafaza edebilseydik, bugün Şii-Sünni problemimiz olmazdı. Bu Şii-Sünni problemi, emperyalizmin İslam dünyasının haritasını değiştirmek için kurduğu tezgâhtır. Açık, net. Evet.
SORU: Hocam peki Aleviliğin günümüzdeki problemleri nelerdir? “Ateist Alevi” kavramlarıyla karşılaşıyoruz bunu nasıl değerlendirmek lazım?
ABDÜLKADİR SEZGİN: Ben buna Avrupa’dan başlamak isterim. Sovyetler Birliğİ’nin dağılmasından sonra Avrupa’da Almanların kurdurduğu veya kendiliğinden kurulmuş bir takım Alevi ya da Bektaşi Dernekleri vardı. Türkiye’yle ilgili kültürel dernekler vardı. Böyle bir problemde yoktu. Daha çok sosyalist idi bu arkadaşlarımız. DHKP-C’liydiler TİKKO’luydu Dev-Sol’cuydu filan örgütsel olarak.
Efendim bunlar da ısmarlama ideolojilerdi zaten. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bunlara dediler ki “Merak etmeyin siz işsiz kalmayacaksınız, siz Alevi çocuklarısınız ananız babanız Aleviydi, Alevi kurumları kurun” .
“Dernekler, vakıflar, örgütler kurun” dediler. Bunları da örgütleyen muhtemelen Almanya derin devletidir. İlk defa dernekler vakıflar birtakım organizasyonlar, Alevi organizasyonları Sovyetlerin dağılmasıyla Almanya’da yaygınlaştı. Oradan Türkiye’ye aksetti. Burada muhafazakâr yoluna erkânına geleneğine tarikatına bağlı adamlar yerine eski sosyalistler, komünistler vesaire dernek kurucuları oldular. Pir Sultan Abdal Derneği’ni yukarıdan aşağıya inceleyin içinde çok sağlıklı adamlarda vardır ama yönetim kadroları idare kadroları onların dışındakiler gibi görünüyor. Dolayısıyla bunların dertleri ne Hacı Bektaş Veli, ne Ali’nin yolu ne bildiğimiz yollar gibi görünüyor. Onlar bir şey yapmak, hem iş ihtiyaçlarını karşılamak, hem de toplumdaki kendilerine önceden verilmiş olumsuz propagandalarla bir takım olumsuz organizasyonlarda siyasette ideolojide hareket etmek gibi görünüyor.
Türkiye’deki Aleviler dinden ne kadar uzaklaşmış da olsalar ellerinde iki önemli değer vardı kaybetmedikleri; gittikleri her yere bir Türk Bayrağı, bir de Atatürk büstü götürmeyi asla ihmal etmezlerdi. Avrupa’ya da bunları götürmüşlerdi.
Bütün derneklerde, vakıflarda Atatürk büstü ve Türk Bayrağı mutlaka vardı. Sovyetlerin dağılmasından sonra Almanlar yavaş yavaş dediler ki “Türk derseniz, Atatürk derseniz, Türk Bayrağı derseniz size maddi yardım yapamayacağız. Anadolu Alevisi’yiz biz diyeceksiniz, Türk demeyeceksiniz”.
Hacı Bektaş Veli törenlerinde bile akşamları canlı yayınlar yapılıyor dergâhtan. “Biz Anadolu Alevileri olarak öyle düşünüyoruz böyle inanıyoruz.” filan diye başlayan konuşmalar duyuyorsunuz.
Artık eski değerlerini Emperyal yönlendirmeyle kaybetmiş görünenler çok ciddi bir yekûn teşkil ediyor. Ama bunlar içerisinde çok hoş bir şey, İyi haber geldi. Almanya’nın Tübingen şehrinde bir üniversite var. Tübingen Üniversitesi’nde İzmir taraflarına gelip kazılar yapan bir profesör var. Arkeolog. Efendim adını hatırlarsam söyleyeyim. Kazılar yapıyor “Luwi” diye bir kabile, Roma öncesi veya Roma Dönemi. Onları araştırıyor, bulduğu mezarları taşları, heykelleri neyse onları resimliyor bir kısmını getiriyor. İşte bir iki sene önce Tübingen Üniversitesi’nde bir toplantı yapıyor. Almanya’nın dört bir tarafından Alevi örgütlerine vakıf, dernek neyse tamamına davetiye gönderiyor. Efendim “Alevilerle ilgili tarihte bulduğumuz belgeleri, kazı ürünlerini şunları şunları tanıtacağız, gelin görün”.
Aleviliğin binlerce yıllık geçmişi var Anadolu’da. Adamlar gidiyorlar o Luwi kabilesinin adı L-U-W-İ. Başına bir de “A” eklemişler “ALUWİ” olmuş. “ALUWİ” yazıyorsun “Alevi” okuyorsun çok daha iyi oluyor.
Başlamış Aleviler, Anadolu’nun yerli halklarıdır, bu mezarlar, bu kemikler, bu taşlar, bu yapılar falan Alevilerin ürünleridir. Türkler Anadolu’ya Müslüman olup geldiklerinde bu Luwi halkına çok büyük zulüm yaptılar, haksızlık ettiler, inançlarını değiştirdiler. “Aluwilik”leri Aleviliğe dönüştü. Şöyle oldular böyle oldular, diye bir nutuk.
En sonunda da ordan ayrılıp, giderken diyorlar ki “herkes kendi sitesinde düşündüklerini yazsın arkadaş”.
Herkes birkaç gün sonra web sitelerine koyuyorlar görüşleri, “Sayın profesörün dedikleri doğru değil, biz soy olarak Türkmen’iz, Horasandan geldik ve hepimiz Müslümanız.”..
Demek ki, Türk’ün ayağına biraz fazla basar, canını yakarsan her şartta doğruyu söylemeyi beceriyor. Bunun detayını İbrahim Okur’un “Boyasını Kazıyınca” adlı kitabında görürsünüz. İsimler gelenler herkesin adı sanı var orada. Okur Yayınları.
SORU: Hocam Cem evlerinin ibadethane gibi kullanılmasının tarihi bir geçmişi var mı? Son yıllarda gündemi dolduran konulardan birini teşkil ediyor Cem evleri, bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
ABDULKADİR SEZGİN: Cem evi tarihin hiçbir devrinde bir binaya isim olmadı. Böyle bir ev olmadı cem evi. Cem evi diye bir ev yok.
Şehirlerde Bektaşilerin dergâhları vardı. Bektaşi Dergâhı’dır adı. Şehirde tarlaya gitmiyor hayvan gütmüyor. Her hafta oturup muhabbetleri var. Ayrıca dergâhların muhabbet odası var. Dergâhın içinde daha küçük bir oda, gelen üç beş kişiyle dergâhın şeyhi sohbet eder. Bu sohbetler son derece derin ve bugün ki kimselerin de anlayabileceği bir dille yapılan sohbetlerdir. Ona muhabbet odası denir. Orda yapılan sohbetler muhabbetlerin en hoşları ve kulakta en çok kalanlarıdır. Ama bu şehirliye mahsus bir iştir.
Düşünebiliyor musunuz Türkiye şartlarında bir köy, yani kışları ağır geçen, yazları sıcak geçen, bir de ilkbaharı sonbaharı olan, yani dokuz ay yaşanılabilir mevsimi, kışın üç ay odun yakar, tezek yakar evinizde ısınırsınız. Doğru dürüst zorunlu olmadıkça dışarı çıkmazsınız. Böyle bir ortamda, ayda bir toplantı yok, üç ayda bir toplantı yok, sadece “Dede” geldiğinde kıştan kışa yapılan bir tarikat toplantısı var; bir yol erkân var. Peki, bunun için köye bina yapmaya ihtiyaç var mı? Kim yapacak bu binayı?
Bir de yüz yıl, iki yüz yıl, beş yüz yıl öncenin köy geleneğini ve zenginliğini düşünürseniz böyle bir ağalıkta herkeste yok. Bu sebeple, köyde kimin evi toplantıya katılacakları alacak kadar geniş odaya sahipse, Cem onun evinde yapılırdı. Onun içinde meşhur bir söz vardır.
“-Dede gelmiş” duyarlar komşular, birbirlerine söylerler, “Kız Hatice” diye bağırır yandaki komşuya “Bu gece kimin evi Cem evi?”
Cem kimin evinde yapılacaktır, diye sormaktır bu…
Cem evi kimin evi, Dede nereye gelecek, toplantı nerede yapılacak. diye sorulurdu.
Bir kışta bir köyde bir kaç defa yapılırdı. Dede geldiğinde bir- iki hafta kalır. Bir haftanın başında birde haftanın sonunda hizmetini yapamayan insanların hizmetini görür giderdi. Dolayısıyla böyle bir Cem evi binası yoktur. Çünkü bunun haftalık ibadeti yok, ayini yok çünkü bir din değil, sadece bir Tarikattır.
Bu da tarım toplumuna göre düzenlenmiş bir tarikattır. Şehre göre düzenlenmemiştir. Diyelim ki Bektaşilik, Mevlevilik, Nakşilik şehirliye göre düzenlenmiş tarikatlardır. Belli başlı mekânı olan, ayini olan, zikri olan duası olan, hatmi olan bir sürü ortak günlük, haftalık, aylık yapacak müşterek toplantısı olan tarikatlardır.
Halbuki bunlar köylü olduğu için köy şartlarına göre, tarikat yol ve erkanı düzenlenmiştir Cem evi binası yapma işi –herhalde- ilk Almanya’dan çıktı. Cemevi yapın dediler, cem yapmak için özel bir mekân yapın dediler.
Önce mabedini ayırmadan insanların dinini ayıramazlar. Önce mabet, sonra din gelir. Yeni dinleri ondan sonra kurarlar. Türkiye’de ki bu Cem evi projelerinin çıkışının da orijinali Almanya destekli bir projedir. Ben bir sürü Cemevi ziyaret ettim. Hatta bir keresinde Kahramanmaraş’ın bir ilçesine gittim, henüz bina bitmemiş. Benden sonra kaymakam geldi, müftü geldi.
Ben köylülere dedim ki, çocuklar Kuran okumayı biliyorlar mı, yok dediler, bilmiyor. Niye okutmuyorsunuz, dedim.
– Yerimiz yok dediler. Hocamız yok dediler.
Dedim burası ilçenin mahallesi gibi yakın bir yer, buraya Kuran Kursu açsınlar, dedim.
– Kim açacak dediler.
Aha dedim, müftüyle kaymakam biri yazacak öteki onaylayacak dedim. Olmaz diyorlarsa söylesin olurunu anlatayım dedim. Kuran kursu açtılar, birkaç sene devam etti orada. Daha sonra ne oldu bilemiyorum.
Yani bizim insanımız Kuran okumaya muhalif olan hiç bir insanımız yok bizim. Çünkü gelen Dede Kuran okuyor. Eski Dedelerin hepsi Kuran yüzünden de okur, ezberde okurlardı. Evet, duaları orijinalleriyle okurlardı. Türkçe olanını Türkçe okurlar, Arapça olanını Arapça okurlardı. Ama bu gelenek kaybolduğu için, Dedelik dedenin yanında gezerek öğrenilir, diyenler var.
Dedenin yanında gezerek dedelik öğrenen adam yoktur. Dedenin yanında gezen çocuk, çocukluktan beri gezdirirler bazı dedeler, hediye toplamak için gezdirirler. Yani çocuk dilencilik yapmış olur. Benzetmek gibi olmasın ama doğru bir yol değildir.
Eğitim eğitimle, öğretim öğretimle olur. Bugün tarikatlar kapatılalı kaç yıl olmuş 1925’ten bugüne neredeyse yüz yıla yaklaşıyor. Doksan yıllık bir geçmiş, doksan iki yıllık bir geçmiş Cumhuriyetle yaşıt neredeyse, Doksan yıldır kaybettiğimiz ortada resmi toplantılarını yapamadığımız geleneğini, göreneğini insanların gizli gizli öğrendiği bir faaliyetten ne kadar mesuliyet çıkar?
Bir de şuanda bu köylü nüfusun ne kadarı köyde kaldı?
İstanbul on sekiz milyonluk bir köy oldu. Artık İstanbul bir şehir değil. Artık gökdelenleri şehir evi değil. Avrupa’ya gidip de beş yüz yıl önce, üç yüz yıl önce kurulmuş binayı yıkıp yeni bir bina yapan bir tek Allah’ın kulu var mı?
Belki yapmak isteyen var, devlet izin veriyor mu? – Vermiyor.
Kamu gücü, en büyük güç olmaz mı diyor. Olmaz diyorsa, olmamalıdır. Almanlar, biz bu Alman kültürünü muhafaza edeceğiz diyor. Bu şehir bizim kültürümüz diyor. Bu sokak bin yıl kalacaksa bin yıl böyle olacak diyor.
- Biz neredeyse Ayasofya’yı betonarmeye çevireceğiz, Sultan Ahmet’e bilmem ne yapacağız. Böyle bir şey olabilir mi?
Ee… Onun için geleneği, dini hayatı, felsefi hayatı, kültürel hayatı, folklor hayatını orijinal temelleriyle beslemeliyiz ki bir değeri olsun. Kültür turizmi diye bir şey var. Ayasofya’yı niye görmeye geliyorlar?
Niye Sultan Ahmet’te bu kadar müşteri var, seyirci var. Birbirinin rakibi, hangisi daha güzel, daha etkileyici, en azından onun için bakıyorlar.
Fatih İstanbul’u Fethettiğinde Ayasofya kilisesini camiimiz olacak demiş ve camiye çevrilmiş. Ama yukarıda ki (kubbedeki) haç işaretlerini kiliselerin tarihi dekor ve resimlerini Hz. Meryem resimlerini kazıtmamış, kapattırmamıştı. Osmanlı, camii olarak öyle kullandı. Cumhuriyet dönemi müzeye çevirirken ince bir sıva çektiler alçı gibi bir şey, kolay kaplayan ve altını bozmayan ince bir şey. Sonra tekrar kazıdık ortaya çıktı freskler bilmem neler.
Osmanlı her kültüre hürmet eden bir medeniyete sahipti. Yok, bu Rum’un geleneğinden, Ermeni’den geliyor Yahudi’den geliyor. Onun eseri diye ayırmıyordu. Onun yanına öyle bir şey yapıyordu ki, o artık Türkün geleneği, kültürü oluyordu.
Biz Sultan Ahmet’in manzarasını kapatan apartman yaptırıyoruz. Sonrada apartmana izin veren adam “kırıldım ona” diyerek, Danıştay karar vermiş, “git tıraşla” diyemiyor. Belediye yıktırmıyor. Kırılıyor sadece adama, nasıl kırılıyor belli değil. Kaça kırılıyor neye kırılıyor kırışıyor.
Böyle bir dünyada yaşıyoruz, af edersiniz. Böyle bir terslik var yani. Cem evi ne zaman var, cem yapılırken toplantı yapılırken, toplantı sırasında cem yapmak toplantı yapmak toplantı yapılırken o yer cem evi yani toplantı evi dışında öyle bir ev çeşidi yok.
Şimdi tarihi “Karaca Ahmet Dergâhı”nı “Karaca Ahmet Cemevi”ne çevirdiler adını. Şah Kulu Dergâhı’nı yüzlerce yıl hizmet etmiş Göztepe’deki Şah Kulu Cem evi yaptılar. Bu tür değişiklikleri kabul etmek, Geçmişi, tarihi, kültürü ve geleneği; yolu ve erkânı da kaybetmektir.
SORU: Efendim son olarak biraz önce sizin de bahsettiğiniz üzere kendisini Alevi olarak tanıtan kişi veya grupların terör örgütlerine sempati beslediklerine, desteklediklerine şahit oluyoruz. Bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?
ABDÜLKADİR SEZGİN: Vallahi hacının hocanın çocuklarından da bölücü terör örgütüne sempati besleyen adamlar var. Sadece Alevi çocukları diye sınırlamak doğru değil. Bu toplumda her kesimden, her aileden insanın IŞİD’e DHKP-C’ye TİKKO’ya bilmem neye sempati duyan çocuğunun olması mümkün. Bu nerelerde öğretiliyor?
Üniversitelerde ve liselerde öğreniliyor. Şimdiki liselerde hala ideoloji var mı, bilemiyorum. Onlar ideoloji ile uğraşıyor mu, eğlenmekten, ellerindeki aleti bozmaktan vakit bulabiliyor mu bilemiyorum. Ama sadece Aleviler bunu yapıyor, Alevi olmayanlar bunu yapmıyorlar, şeklinde telaffuz edilmesi sağlıklı değil bu bir.
İkincisi, dinden uzaklaşma her kesimde var, en büyük İslam âlimi kamu adına malı götürmeye fetva veren adam olarak çıkıyor karşımıza. Şu anda Türkiye’nin en büyük fıkıhçısı kabul edilen Hayrettin Karaman hocamdan bahsediyorum! Benim mektepten hocam! Verdiği fetvaları gördükçe ne ilme, ne o adama, ne de hocama yakıştıramıyorum.
İnsanlar çiğ süt emmiştir, nerede nasıl döneceğini, döneklik yapacağını kendileri biliyorlar. Önemli olan, doğruyu veren bir din eğitimi, din kurumu.
Doğruyu anlatan camii, vaiz var mı? Yok mu?
Müftülerimiz dini ne kadar anlıyorlar? Ne kadar biliyorlar?
Şimdi size çok basit örnekler vereceğim, bayram namazına gidiyor musunuz-Kurban bayram namazı, Ramazan bayram namazı-?
Müezzinlerin bir kısmı hala “Dokuz tekbir ile iki rekât bayram namazına, uyun hazır olan imama!” demiyor mu?
Yahu birisi de çıkıp da hoca, birinci rekâtta 3 kere fazla tekbir alıyoruz ikinci de 3 kere tekbir alıyoruz sen dokuz tekbir diyorsun nasıl oluyor demiyor.
Bir ilmihal kitabını açıp bakarsanız Ömer Nasuhi’nin İlmihal’ini veya başka kimin olursa olsun, bayram namazlarında ziyade tekbir Hanefîlerde üç artı üç eder dokuz… Üç artı üç dokuz mu ediyor? Üç artı üç neyse o.
Şafilerde birinci rekâtta yedi, ikinci rekâtta beş. Nasıl sayıyorlar hayranım ben şimdi. Bir bayramda Şafii Camii bulsam gidip hoca şaşırmadan birinci rekâtta yedi ikinci rekatta beşi nasıl sayıyor acaba?
Bizde bazen üçer tekbiri karıştıranlar çıkardı eskiden.
Şia’da dokuz tekbir var, fakat bu Şia’daki tekbir sayısı bize nasıl geldi de bu kadar tutuldu? Onu merak ediyorum ben. Birinci rekâtta beş ikinci rekâtta dört tekbir.,,
Bunu daha ayıramayan müftüler, vaizler, camii imamları, cuma kıldıranlar, bayram kıldıranlar… Halk ne yapsın? Öyle değil mi?
Dini bilmeden, dünyayı bilmeden, bir dünya görüşü edinmeden kimseye bir şey anlatamayız.
Din adamı dini bilmiyorsa kim bilecek?
Efendim, İranlar Şii! Ne olacak? Şii ise Şii … Lailaheillallah Muhammedu(r) Resulullah demiyor mu?
Ben İran’da Ayetullah Tebrizi’ye gitmiştim –çok hoş bir hatıram– bana dedi ki (tabi çok güzel Türkçe konuşuyor, Azerbaycan Türkçesi konuşuyorlar onlar)
“- a gardaş sana gurban olum” dedi. “Biz dünyayı tanıdığımızı zannediyoruz ancak komşumuz Türkiye bizi tanımıyor biz Türkiye’yi tanımıyoruz. Şimdi bir soru soracağım yanlışsa özür diliyorum.” Dedi.
“Nedir?” dedim. “- Türkiye’de Müselman nüfus mu çok Hıristiyanlar mı çok?” dedi.
Ve dünya çapında bir âlim, hakikaten din bilimlerini sınırsız biliyor, denilen bir adam Medine’deki Şii’ler Ayetullah Tebrizi’ye bağlı idi, bir Türk’e bağlıydı müçtehit olarak. Cenazesine gelip namaz kıldılar o zaman, geldiler Medine’den hac dönemi idi, ben de Medine’de idim.
Ben dedim ki “Türkiye’de yüzde doksan dokuz nokta dokuz oranında ahali Müselmandır.”
“- Bu doğrudur?” dedi.
“- And olsun doğrudur” dedim “düzdür”.
Peşinden de, size, namazda okuduğumuz salavatı okuyayım mı dedim, “oku” dedi. “Allahümme Salli, Alahümme Barik” okudum. “Ve Ala Ali Seyyidina Muhammed” diye okumuyor muyuz? Peygamberin evlatlarına efendimizin ve salat-ü selam elbette okuyoruz.
“– Gardaş siz Şiesiiz?..” yani, siz Şii misiniz, dedi.
Dedim yok biz Hanefiyiz, Sünniyiz. “- Ahi Erapler böyle okumur” dedi. “Allahümme Salli Ala Muhammed” deyip bitiriyorlar işi dedi.
Dedim – biz Selefi değiliz, Vehhabi de değiliz. Biz klasik Müslümanız ve İmam-ı Azam’a bağlıyız.
“– Desene a gardaş aramızda hiçbir fark kalmayıp” dedi. “Ve Ala Ali Muhammed” diyorsan, Ehl-i Beyt’e namazda dua ediyorsan Şia ile ne farkımız var?
Şiiler, Ehl-i Beyt için ağlıyor, biz onlara dua ediyoruz ağlamıyoruz. Ve aynı duyguları paylaşıyoruz.
Birisi Evlad-ı Ali’den bahsederse, aynı şeylerden bahsediyoruz, aynı duyguları yaşıyoruz. Ama birbirimizi anlamıyoruz. O Türk, ben Türk, o Müslüman, ben Müslüman… Eee?
Aynı isimleri de kullanıyoruz; Ali, Hasan, Hüseyin, Fatma, Zehra olmayan kaç tane ev var ülkemizde?
Biri yoksa o isimlerden birisi, iyi kötü o evin bir kenarından giriyor. Dünyada birbirinden habersiz, birbirini tanımayan, bilmeyen, iç içe yaşayan bir Müslüman kitle ile, Türk kitle ile karşı karşıyayız.
Dünya İslam nüfusunun neredeyse yaklaşık dörtte üçü Hanefi’dir. Eee ne olacak gerisi? Diğer hepsini topla ne kadar az ediyor. Sünni Müslümanların dörtte üçü Hanefi mezhebinden…
Çin’e kadar git, Viyana’ya kadar olan yerlerde, Türklerin ayak seslerinin olduğu her yerde Müslümanların büyük çoğunluğu Hanefi. Geçenlerde bir toplantıya katıldım, Kürtler arkadaşlar da vardı, başkaları da vardı.
Efendim dediler ki “Kürdün Alevi’si de var burada”. Dedim ki, Kürdün Alevi’si olmaz, Kürt Şafii’dir. Hanefi ise mezhep olarak, o Kürt değildir; Kürtçeyi sonradan öğrenmiş komşusunun dilini almış adamdır. Malatya ve Adıyaman örneği bunlardandır. Çankaya’da Risale-i Nur Enstitüsünde idik bir Cumartesi günü. Oradaki cemaatin yarısı da Risale’cilerin Kürt, sonra birileri dedi ki doğru söylüyorsun biz Hanefi’yiz dedi.
Adam Hanefi mezhebinde Kürt olur mu? Olmaz. Çünkü mantalitesine, akli dengesine, düzenine aykırı bir şeydir. Milletleri birazcık da akıllarının yapısı etkiliyor. Hayalperest olması, bilmem ne olması, havai olması… Derler ya insanı Allah dört şeyden yarattı: hava, ateş, su, toprak… Bunun hangisi çok geldi ise insanın fıtratı ondan oluyor derler.
[1] Yeni Ufuk Dergisi, Ocak 2016 sayı:18