Safter TANIK
Sebebi; ne olursa, olsun; 7 Haziran sonrasında, PKK; doğu ve güneydoğuda bir kalkışma planını uygulamaya koydu.
Yollar kesildi, kimlik kontrolleri yapıldı, araçlar yakıldı, güvenlik ve kamu görevlileri kaçırıldı, öğretmen-doktor-hemşire gibi kamu hizmeti verenler ile PKK’ya karşı olanlar göçe zorlandı.
Karakollar-askeri birlikler-asker ve polis lojmanları silahlı ve bombalı saldırıya uğradı, okullar-iş makineleri-tesisler yakılıp-yıkıldı, birçok ilçede kurtarılmış bölgeler-kontrol noktaları ve barikatlar oluşturuldu.
Halkın; kalkışmada yer alması için, her şey yapıldı ise de; bu, mümkün olmadı.
Asker ve polisimiz; “kar, kış” demeden, canını dişine takarak; halkı koruyan ve gözeten bir operasyon ile Sur-Cizre-Silopi vb merkezler dışında, önemli bir direnişle karşılaşmaksızın, bölgedeki kentlerde kontrolü sağladı.
Bu; PKK ile iç ve dış destekçilerinin arzu etmediği bir durumdu.
PKK, özgüvenini yitirmeye başlamıştı ki; bir üst aklın yönlendirmesi ile HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, karşı bir atağı başlattı.
Önce; ABD’yi, daha sonra da; Türkiye-Rusya arasındaki gerginliği fırsat kabul ederek, Siyasi Kürtçülük Hareketinin tarihi hamisi olan Rusya’yı ziyaret etti.
Dönüşünde; kendisine, “ne söylendiği” bilinmemekle birlikte; bundan cesaret alarak veya örgüte moral vermek amacıyla, “hedefimiz, önce; özerklik, nihayetinde de bağımsızlıktır” dedi.
Bu; öyle yenilir, yutulur bir söz değildi. Haliyle başta aydın kesimi olmak üzere, devlet ve milletin tüm kurum ile kişilerinden büyük bir tepki beklenirken; 1148 akademisyenden, sanki buna nispet yapar gibi, bir yerden işaret almışçasına devleti suçlayan, dolaylı olarak da PKK’ya moral veren bir açıklama geldi.
Ardından, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden; Türkiye’ye geldi, HDP yetkilileri ve AKP ile CHP’nin Kürt kökenli milletvekilleriyle görüşüp, 1148 akademisyene destek verdikten sonra da “açılım sürecini devam ettirin” talimatını verdi.
Buna karşılık; Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın, “başkanlık sistemini” tekrar yüksek bir sesle dile getirmesi ise ilginçti.
Yani, bir yandan; PKK terörü ile mücadele ediyoruz, öbür yandan; PKK’nın kazandığı özgüveni yitirmemesi için destek veriliyor, destek verilmesine müsaade ediliyor ya da umut tazeleniyor. Diğer bir ifade ile anlaşılmaz, birbiri ile çelişkili bir terörle mücadele strateji ve taktiği izleniyor.
Başkanlık sistemi, bir çözüm formülü mü?
Medyada; bir “başkanlık sistemi” sözü, aldı başını gidiyor. Birçok kişi; başkanlık sistemi ve hikmetinden söz ediyor ama bunun, nasıl bir şey olacağını söyleyen ise yok.
Bir de “Türk” sözcüğünü ağzına almayanların, “Türk tipi başkanlık sisteminden” söz etmesi yok mu; bu da beni çileden çıkarıyor. Sanki dünyada yeni bir şey keşfedilmiş de bundan haberimiz yok.
Kardeşim! İster Amerikan, ister Alman, ister Meksika ya da ne tipi olursa, olsun; “başkanlık sistemi”, başkanlık sistemidir. Bunun belli kuralları vardır; yerinden yönetimi, bölgesel-eyalet-otonom-özerk veya adına ne dense densin, federal bir devlet yapısını gerekli kılar. Bu da “başkanlık sisteminin” olmazsa, olmazıdır.
“HDP, başkanlık sistemine karşı” diyorlar…
PKK’nın siyasi kanadı olan HDP, başkanlık sistemine karşı değil. Zira HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş da “başkanlık sistemini” istediğini söylüyor. Sorun ise; PKK’nın, Ortadoğu’da; Siyasi Kürtçülük Hareketi lehine gelişen ortamı dikkate alarak hedefini büyütmesi, kısa yoldan neticeye gitmeyi tercih etmesi ve R.T. Erdoğan’a duyduğu güvensizlik ile ilgilidir.
Öyle de; “Evren Paşa, Özal da başkanlık sistemini savundu” diyenler var.
Doğrudur…
Evren Paşa; bir ara, kendisine empoze edilen İspanya modelinin cazibesine kapılarak, yerinden yönetime dayalı, 8 bölgeden oluşan, haliyle federatif devlet yapısını içeren, bir bölgesel yönetim modelini öne sürdü. Askeri kanattan “Hop, hop” sesi yükselince de bu projeden vazgeçti. Bu nedenle “başkanlık sistemi” hakkındaki açıklamasını fazlaca duyan olmadı.
Özal; Evren Paşa’dan, farklı olarak; hem şaka ile karışık bir şekilde “başkanlık sisteminden” söz etti; hem de merkezi yönetimi sıkıntıya sokan, bölgesel yönetime gidecek yolu açan bir planın uygulamasına girişti.
Bir şehir furyası başladı.
Şehir olamayacak kasabalar, çeşitli bahaneler ile şehir yapıldı.
Diyarbakır’da; “olağanüstü hal bölge valiliği” diye bir valilik şekli oluşturuldu.
Büyükşehir yasası çıkarıldı; kentle hiçbir bağı olmayan köyler, bir anda mahalle oldu; köylüyü köylü yapan, 100 yılı aşkın Köy Kanunu delindi.
Bunlar; bir Batı ülkesinde olsa, yer yerinden oynardı.
Bizde ise alkışlarla karşılandı. Zira önemli olan; milli devletin, olmazsa olmazları değil; siyasetin, patronların ve ağaların çıkarı idi.
Maalesef; Özal’dan sonra, iktidar olan; bugün, “başkanlık sistemine” karşı olduğunu söyleyen kişiler de bu modayı sürdürdü. Bu da onların idare-i maslahatçı oluşundan kaynaklanıyordu.
14 Yıllık AKP iktidarı ise; milli devletin omurgası ile oynayıp, durdu. İdeolojik takıntı ve iktidarı kaybetme korkusu da bunun nedeni idi.
Haliyle, bugüne; adım, adım gelindi. Şimdi de “çözüm, başkanlık sistemidir” deniliyor.
Birileri; “merkezi yönetimden, yerinden yönetime geçişin; federal devlet yapısı ile ne ilgisi var” diyebilir. Bunun en güzel cevabı ise; Ahmet Rıza ile Prens Sabahattin arasında geçen, aşağıdaki söz düellosunda saklıdır.
Prens Sabahattin; Sultan Abdülmecit’in torunu, Damat Mahmut Celalettin Paşa’nın oğlu, 1899’da; babasının ülkeyi terk etmek zorunda kalması ile ailece Fransa’ya yerleşmiş.
Damat Mahmut Celalettin Paşa’yı, ülkeden terke zorlayan neden ise görev suiistimali ile suçlanması.
Sorumlu olduğu bakanlığın demiryolu ve maden ihalelerinde; hep İngilizleri kayırmış, haliyle Almanları kızdırmış. Gerginliğin tırmanışı ile de, Sultan II. Abdülhamit; O’nu görevden almış, hakkında soruşturma açtırmış.
Damat Mahmut Celalettin Paşa, Paris’e yerleşmesi ile birlikte sıkı bir Sultan II. Abdülhamit muhalifi olmuş. Maddi gücünü ve aile ile siyasi çevresini kullanarak Jön Türkleri çevresinde toplamış. 1902’de; Paris’te, “I. Jön Türk Kongresi’ni” düzenlemiş. Kongrede; fahri başkan olarak geri planda kalırken, oğlu Prens Sabahattin’i de kongre başkanlığına getirmiş.
Açılış konuşmasını yapan, Prens Sabahattin; “Osmanlı Devleti’nin yeni yönetim şekli Meşrutiyet olmalıdır. Ancak, bunun; merkezi değil, âdem-i merkezi bir yapıya dayalı olması gereklidir. Zira etnik sorunları çözecek, Osmanlı’nın bütünlüğünü sağlayacak olan da budur. Monarşiden, Meşrutiyet’e geçiş ise; ancak, Batı’nın veya İngiltere’nin müdahil olması ile mümkündür” derken.
Söz alan, Ahmet Rıza ise; “Meşrutiyet, mutlaka merkezi bir yönetime dayalı olmalıdır. Osmanlı’yı dağılma noktasına getiren; Sultan II Mahmut’un merkezi yönetimi kabulü değil, Osmanlı’da yüzyıllarca uygulama alanı bulan eyalet sistemidir. Bunun için de âdem-i merkezi yönetim, ülkeyi param parça eder. Monarşiden, Meşrutiyet’e geçişte ise; iç dinamiklerden istifade edilmelidir. Zira Batı’nın müdahalesi; geçmişte olduğu gibi, gelecekte de hiçbir fayda sağlamaz” demiş.
Yükselen tansiyonu düşürmek isteyen Prens Sabahattin; “ âdem-i merkeziyet ile kastımız; siyasi değil, idaridir” derken.
Ahmet Rıza, “hadi ordan sen de! Ne olursa, olsun; âdem-i merkezi yönetim, birliği sağlamaz; ayrışmayı tetikler, bunu da her kes bilir” diyerek, arkadaşları ile birlikte toplantıyı terk etmiş.