Dr. Hayati BİCE
Ülkemizde olduğu kadar yakın coğrafyamızdaki gelişmeler de inanç konularının gündeme getirilmesini gerektiriyor. Ülkemizin hemen yanıbaşında ortaya çıkmış olan ve çok değil bir yıl önce oluşturcağı tehidt söz konusu edilse dudak bükülüp geçilecek IŞİD adlı radikal grubun varlığı ve yapıp ettikleri bunun en somut örneğidir. Bu vahhabi/selefi örgütün Irak’ın Musul kentindeki Hz. Yunus Peygamber türbe ve camiii ile Rakka yakınlarındaki ashab- kiramdan Ammar bin Yasir Külliyesi’ni havaya uçurup eyrle bir etme görüntüleri yayınalanalı henüz birkaç hafta geçti. Pek çok sıradan vatandaşımız ise bu örgütü, esir aldığı Yezidi kadınlarını birkaç yüz ABD dolarına satışa çıkarttığı cariye pazaralrından hatırlayacaktır. Oysa bu örgüt, nevzuhur bir ideolojinin değil kökleri 200 yıl kadar geriye giden ve Osmanlı’nın Hicaz topraklarından çekilmesi ile sonlanan bir sürecin kahraman(!)larının torunlarından ibarettir.
Selefi olduğunu iddia eden radikal akımların bir gün bizim önümüze de geleceğini yıllar önce fark eden duyarlı insanlar da yok değildi. Türk aydınları arasında bu konu ilk kez, aynı kökten gelen Eş-Şebab adlı örgütün Somali’de bazı evliya kabirlerini “Allahüekber” nidaları eşliğinde balyozlarla parçalayıp, türbeleri dozerlerle yıkmaları üzerine gündeme gelmişti. Tasavvuf konusundaki derin birikimi ile her zaman söylenemeyenleri dile getirmesi ile tanınan Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, Türk tarzında yaşanan müslümanlığın değerini bilmemiz gerektiğini tam 3 yıl önce dile getirmişti. Kılıç, Tarihi tecrübemizde teşekkül eden tasavvufi nitelikli İslâm’ın yitirilmesi halinde, yeniden inşaının 1400 yıl gerektireceğini söylerken aslında bunun imkânsızlığına da vurgu yapıyordu. Tasavvufî boyutlarda dereceli olarak yaşanan İslâm’ın alternatifinin “El-Kaide/IŞİD İslâmı” olacağını dile getiren Kılıç, böyle bir anlayışın ülkemizde egemen olması halinde birlik ve beraberliğimizi korumanın çok güçleşeceğine de dikkat çekmişti. Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, yıllar önce TRT-1’deki İftar Sevinci Programı’nda bu uyarıları yaparken şöyle konuşmuştu: “Ariflerin kelâmlarında bizim dinimiz o kadar estetize edilmiş ki, o kadar rafine hale getirilmiş ki her şey izah edilmiş vaziyettedir.(…) Biraz radikal bir şey söyleyeceğim burada; biraz ileri gideceğim. Heyecanımı frenleyemeyeceğim. Çünkü İslâm dünyasının genelinde artık çok fazla ilkelliklerle karşılaşıyoruz. Müslümanlar adına bunları gördüğümüz zaman gerçekten artık rahatsız olmaya başladık… O açıdan bu kadar güzellikleri biz kolay elde etmiş değiliz. Bahsettiğim düzeydeki, mertebedeki İslâm anlayışı bir daha ele geçmez. Bir daha ele geçmesi için 1400 yıllık bir tecrübeye ihtiyaç duyarız. Bu da bize çok fazla zaman kaybettirir. Bu elde edilen seviyeyi, ariflerimizin, çok uzaklara referansta bulunmuyorum, Yunusların, Mevlânâların, Hoca Ahmed Yesevî’lerin, Hacı Bektaş-ı Velîlerin… arifler kervanının aktarmış olduğu “dereceli İslâm anlayışı”nı, “boyutlu İslâm anlayışı”nı eğer bilebilsek … camiler sadece Cuma namazı kılınıp kaçılan yerler olmaz, maneviyat ocakları haline gelir. Biz böyle idik. (…) Severek yapılan ibadet anlayışını muhafaza etmemiz lazım; çünkü elimizdeki son üst düzey din perdesi budur. Bu da giderse biz El-Kaideleşiriz. El-Kaideleşirsek de bizi tahrib etmeleri bölüp parçalamaları çok kolay olacaktır. Ama o ruhta kalırsak eğer, dediğim olmaz inşaallah…”
Bu gelişmelere karşı ülkemizde resmî İslâm’ın uygulayıcısı olan Diyanet İşleri Başkanlığı, başında bulunan Prof. Dr. Mehmet Görmez bu tehditlerin farkında olmasına rağmen bir etkinlik sergileyebilecek durumda değildir. Görmez, son olarak Ramazan Bayramı münasebeti ile Süleymaniye Camii minberinden verdiği bayram hutbesinde “Allahuekber” denilerek kesilen kafaların İslâm’ın global imajına verdiği zarardan söz etme gereğini hissetmiştir. Görmez’in şu sözleri dikkat çekici idi: “Biz bayram yaparken, Bağdat’ta, Şam’da, Kerkük’te, Musul’da bombalar patlıyor, canlar yok oluyor, yürekler parçalanıyor. Müslüman Müslümana saldırıyor, kan akıtıyor, can alıyor. ‘Allahu Ekber’ diyerek insanlar ölüyor ve öldürülüyor. Ölen de öldürülen de aynı kıbleye yöneliyor. Öldürürken de ölürken de aynı sözler söyleniyor.” Oysa Görmez, kendisi de çok iyi bilmektedir ki, başında bulunduğu kurumun münferit de olsa bazı mensupları yanında, kısa bir şartlandırma sğrecini takiben kafa kesmeğe gönüllü birçok “müslüman/mücahid” fışkıracaktır bizim ülkemizden de… Bu tehdidn önelenebilmesinin görünen tek yolu, ülkemizde yaşanan İslâmî anlayışın beslendiği damar olan tasavvufun toplum içerisindeki aktivitesinin arttırılmasıdır. Ancak bu teklifimin de uygulamasının hem maddî hem de manevî kısıtlamalarla kuşatıldığının farkındayım. Konunun yasal zeminindeki engeller nedeniyle tasavvufî bir anlayışı, topluma arz etmek neredeyse imkânsız hale getirilmiştir. Yasal zeminde faaliyet gösteremeyen tasavvufî çevrelerin, bu engellleri aşmak için saptıkları yan yollar, denetimsizlik, başıboşluk ve bunun doğal sonucu olarak her alanda akıl almaz istismarlara neden olmuştur/olmaktadır.
Oysa bu konuda örnek alınabilecek uygulamaları, son yaptığım Balkanlar gezisinde Saraybosna’da görebildim. Bu ülkede görev yapan yetkili ve akademisyenlerden aldığım bilgilere göre bugün Bosna Müftülüğü nezdinde akredite edilmiş 18 tasavvufî ekol alenen faaliyet göstermektedir. Bu tasavvufî grupların tamamı resmî İslâm’ın yönetildiği –bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı ile muadil- Müftülük’ten verilen ruhsatnameleri tasavvuf faaliyetini yürüttükleri mekânlarda sergilemektedirler. Aynı durumun eski Osmanlı bakiyelerinden Kosova ve Makedonya’da da sözkonusu olduğunu belirtmek isterim. Tasavvufun Balkanlar’da “kafa kopartıcı vahhabi/selefi anlayışı”nın yayılmasını önündeki en önemli set olduğunu fark eden yönetimlerin, bu faaliyetleri teşvik etmelerinin gerekçesini anlamak IŞİD’in sergilediği sahnelerden sonra zor olmasa gerektir. Ancak resmî ruhsatlara rağmen İslâmî demeğe elimin/dilimin varmadığı vandalizmi Balkanlar’dan da umudunu kesmediğine bizzat tanık oldum. Tasavvufî ocakların faal olduğunu sevinerek gördüğüm Prizren’de gecikerek kılmak zorunda kaldığımız bir akşam namazını eda etmek için girdiğimiz Cuma Camii’nde namaz kılan 18-19 yaşlarında kot/tişört giysisi ile modern görünümlü bir gencin namazını kılarken vahhabî tarzında hareketi (elleri göğüste bağlama, ayakları yarım metre kadar açarak kıyamda durma vb.) dikkatimi çekti. Konuyu sorduğum yerel sufilerden aldığım bilgiler Suud sermayesinden beslenen bazı odakların Kosova’dan Bosna’ya, Arnavutluk’tan Makedonya’ya kadar bütün bölgede tasavvuf düşmanı selefi akımalrı yaymak için faaliyet gösterdiğini anlattılar. Hatta Arnavutluk’ta restorasyonu Balknalr’da gerçekten de önemli işler yapan TİKA tarafından yapılan bir camiin cemaate nüfuz eden vahhabi/selefi akım mensupları tarafından işgal edildiğini de üzülerek öğrendim.
Ülkemizde hali hazırda cari olan hukukî kısıtlamaların yasadışı konumda tuttuğu tasavvufî faaliyetin el altından mezravarî/gecekondu merkezlerde, nereden ve nasıl yetkilendirildiği ‘tamamen meçhul’ kişiler eli ile sürdürülmesinin yol açtığı manevî sorunları ve daha da önemlisi insanların dinî hassasiyetlerinin dibine kadar istismarına giden sahte maneviyat akımlarını da değerlendirmek isterim. Maneviyatı bütün vecheleri ile inkâr eden pozitivist bilim anlayışının ülkemizi siyasî anlamda getirdiği nokta hakkında zaten pekçok şey yazılıp çiziliyor. O konuyu siyaset erbabına bırakayım. Konuyu bugüne kadar hep siyasî yönüyle, bazen de ticarî boyutlarını öne çıkararak ele alan laik yaklaşımdan ziyade işin manevî/tasavvufî boyutlarına bir başka yazımda dikkat çekmek istiyorum.
Her konudaki istismar kötüdür ama herhalde en acımasız istismar insanların maneviyat üzerinden sömürülmesi olsa gerek.
(Yeni Düşünce’de yayınlanmıştır.)