Safter TANIK
Siyaset, bir yönetim sanatıdır.
Siyaset bilimi; konusu siyaset olan, siyasi teoriler ortaya koyan, bunun sonuçlarını inceleyen bir sosyal bilim dalı olmasına karşılık, siyaset felsefesi ise; siyaset ve sonuçları hakkında, bir akıl yürütmeyi ifade eder. Tabii ki bu akıl yürütmenin, gelişigüzel değil; bir kalıba dayanması, sistematik ve mantıklı bir açıklamayı içermesi gerekir.
Siyaset bilimi; olanı incelerken, siyaset felsefesi; olması gerekeni düşünür. Diğer bir ifade ile siyaset bilimi; “neden, nasıl sorularını sorarken, siyaset felsefesi; “öyle ya da böyle karar alınsaydı, daha iyi olmaz mıydı” gibi soruları sorar.
Siyaset felsefesi; aykırı olsa dahi, sürekli soruların sorulduğu; her zaman daha iyi bir cevabın arandığı, ideal bir düşünceye varılmaya çalışıldığı bir ortama sahiptir.
Birey-devlet-iktidar-meşruiyet-yönetim kurumları-egemenlik-hak-hukuk-yasa vb. kavramlar; siyaset biliminin temel kavramları olduğu kadar, siyaset felsefesinin de temel kavramlarıdır.
Devlet, devlet yapısı, devletin organları, egemenlik, iktidarın kaynağı ve meşruiyeti, yönetim şekli, millet, asker, bürokrasi, sosyal sınıflar, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, iktidar, muhalefet vb. konular; siyaset biliminin konusu olduğu gibi, siyaset felsefesinde de tartışılan konulardır. Ancak, siyaset felsefesi; bunlar ve bunlar arasındaki ilişkiye ilişkin sorulara cevap verir, ne olması gerektiğini söyler, ölçüler koyar, ideal bir düzen inşa etmeye çalışır.
Siyaset bilimi ile siyaset felsefesi, siyasetin farklı konularında yoğunlaşmış ise de; farklı metotlara sahip, birbirini tamamlayan iki sosyal bilim dalıdır. Bu nedenle; siyaset bilimini bilmeyen, siyaset felsefesi de yapamaz.
Türkiye Yönetilemiyor
Bir ülkede; istihbarat, asker ve polis birbirine güvenmiyor ve birlikte hareket edemiyorsa; o ülkede, iç ve dış güvenlik tehlikededir.
Bir ülkede; sınırlar kevgire dönmüşse; ne gireni, ne de çıkanı bellidir. Aynı zamanda, o ülkede; illegal ticaret-uyuşturucu-kara para trafiği, anarşi ve kaos için de ideal bir ortam oluşmuştur.
Bir ülkede; iç güvenlikten sorumlu polis ile dış güvenlikten sorumlu asker etkisiz hale gelmişse; o ülke, şer güçlerin at oynattığı bir alan haline gelmiştir.
Bir ülkede; devletin, bir kısım toprak üzerindeki egemenliği tartışma konusu haline gelmişse; o ülkede, iki ayrı devlet vardır.
Bir ülkede; birden fazla milletten söz ediliyorsa, o milletin bütünlüğünden söz edilemez.
Bir ülkede; yasama-yürütme-yargı erkleri ile asker-polis-yargı vb kurumların içinde veya arasında bir çatışma ya da yetki sorumluk karmaşası yaşanıyorsa; o ülkede, yönetim sorunu vardır; halkın yönetime ve hukuka olan güveni de sarsılmıştır.
Bir ülkede, keyfi bürokratik uygulamalar ile hak gaspı yapılıyorsa; o ülkede, bireyin hakları iki dudak arasındadır.
Bir ülkede; kaynağı belirsiz para, “elini kolunu sallar” gibi, rahatlıkla girip çıkıyor, haksız kazanç ve sebepsiz zenginleşme bir kazanç yolu haline gelmişse; o ülkede, mali kriz kapıdadır.
Bir ülkede, “tüketim-rant-borçlanma” endeksli bir ekonomik model uygulanıyorsa; o ülkenin, mali krize girmesi kaçınılmazdır.
Bir ülke; komşuları ile kavgalı bir hale gelmiş, dünyada da yalnızlığa itilmişse; o ülkede, “dış politika” diye bir şey yoktur.
Bir ülkede, eğitim ve kültür politikası yok ise; o ülkede, ilkesizlik- ilgisizlik-samimiyetsizlik ve sorumsuzluk; kısaca kuralsızlık, kural haline gelmiştir.
Siyaset Çözüm Üretemiyor, Siyaset Karmaşası Yaşanıyor
Popülist-pragmatik-makyavelist politikalar ve öteleme; sorunların birikmesine, sorunların birikmesi; sorunların ciddi bir boyuta ulaşmasına, sorunların ciddi bir boyuta ulaşması ise; sorunların Türk milletinin varlığı ile ülke ve millet bütünlüğünü tehlikeye sokacak bir seviyeye gelmesine yol açtı. Buna karşılık; siyaset çözüm üretemiyor, ciddi bir plan ve program yok; kafa karışıklığı ve siyaset karmaşası yaşanıyor.
“Abartmaya gerek yok, işler yürüyor” diyorlar…
Bazıları, ülkede; cumhurbaşkanı, başbakan, hükümet, meclis, yargı, bürokrasi, asker, polis var; aksaklıklar olsa da işler yürüyor” diyor.
Tabii ki devlet var. Türkiye Cumhuriyeti, Patagonya değil; bozulmaya rağmen 2000 yılı aşkın bir devlet geleneğine sahip, ancak; ülkenin ciddi sorunlar ile baş başa kaldığı, demokrasiden ise gittikçe uzaklaştığı da bir gerçek.
Sorun, iktidardan mı kaynaklanıyor?
AKP lider ve kadrosu; “ AKP iktidarının, Cumhuriyet tarihinde görülmüş en iyi iktidar olduğunu, önce askeri vesayetin daha sonra paralel yapının engel ve provokasyonları ile karşı karşıya kaldığını, DP iktidarı hariç, kendilerinden önceki iktidarların doğru dürüst bir şey yapmadığını, temel sorunların 12 Eylül Anayasası’ndan ve daha da ileri giderek milletin tanımı ile devletin yapısı ve yönetim şeklinden kaynaklandığını” söylüyor.
Yine AKP lider ve kadrosuna göre; “ temel sorunların çözümü, ancak yeni anayasa ile mümkündür”.
AKP lider ve kadrosu; her ne kadar, CHP ve MHP’yi projesiz olmakla eleştiriyorsa da; kendilerinin sık, sık kullandığı “Yeni Türkiye” sloganı, ne olduğu belirsiz başkanlık sistemi ve çözüm süreci başlıkları dışında; hiçbir temel soruna çözüm getiren sistematik mantıklı bir düşünce sistemine sahip değildir.
Her temel sorunun, farklı bir nedeni vardır. Baş sorumlu ise; temel sorunlara doğru teşhis koyamayan, devletin omurgası ile oynayan, yanlış kararlar sonucu yeni ciddi sorunlar üreten ve buna hiçbir çözüm getiremeyen AKP iktidarıdır.
Yanlış teşhis ve tedavi mi?
Bizde, bir sorun varsa; nedenini, esas nedeni dışında; başka şeyde aramak ya da neden ve çözümü tek şeye bağlamak gibi bir siyasi takıntı ve saplantı vardır.
Örneğin; evinizde elektrik kaçağı varsa, bir elektrik sorunu vardır; çare de bu sorunun teknik çözümünde aranır. Sorunu; cin ve periye bağlayanı, çareyi de hocada arayanı ise hiç görmedim.
Terör ve anarşinin kol gezdiği, silahın olduğu bir yerde; müzakere yapılmaz, yapılamaz da. Yapılır ise; ”bir bedelden kaçınılır iken, daha büyük bir bedele razı olmak” demektir. Neden ve çözümü, başka ya da tek şeyde aramaksa; ideolojik takıntı ve saplantıdan başka bir şey değildir.
Osmanlı, isyanları bastırmada; müzakereyi, en son çare olarak tercih etti; isyancı silahlı örgütlerin dış desteğini kesmeden, yurt içi ve dışı kadrosunu tasfiye etmeden de bu yola başvurmadı.
İktidarın; A dışında, B-C-D gibi planları olması gerekir.
İktidarın, sorun çözümlemede; A dışında, B-C-D gibi bir planı olması gerekir. Aksi halde, iktidar; “sudan çıkmış balık” gibi, ne yaptığını, ne yapacağını bilemez bir hale gelir. Bu da; sorunu, daha karmaşık bir hale getirir.
Sorun, kararlı olunması halinde; eninde sonunda, öyle veya böyle mutlaka çözülür. Ancak; ödenen bedel, büyük olur.
Sorun, ülkenin yönetim şeklinde mi?
Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim şekli; demokratik parlamenter cumhuriyettir. Bu da; halka dayalı, bireyin hür iradesi ile seçtiği vekillerle yönetime katıldığı bir yönetim şeklini ifade eder.
1876 deneyimi ve tek partili dönemi bir tarafta tutarsak; serbest seçime dayalı, 69 yıllık bir parlamenter demokrasi tecrübesine sahibiz.
Hilafeti savunanlar dışında, cumhuriyet ile sorunu olan yok; hilafeti savunanların ise nasıl bir yönetim şeklini istediğini de anlayabilmiş değilim.
Tartışmalar; daha çok, demokrasi pratiği konusunda; diğer bir ifade ile seçim sistemi ve karar alma alanında yoğunlaşıyor.
Bireyin siyaset kültürünün zayıflığından ve her türlü istismara açık oluşundan; sosyal sınıflar ile siyasi partilerin kurumsallaşamamasından; “sendika-oda-birlik-dernek-parti patronları, büyük sermaye ve kara para babaları, toprak ağaları, aşiret reisleri ile cemaat ve tarikat şeyhlerinin” söz sahibi olduğu; bir demokrasi oyunu olan, oligarşik demokrasiden ise bahseden yok.
Seçim sistemindeki % 10 barajı, demokratik bulunulmayabilir; ancak, Türkiye; parlamenter sistem pratiği konusunda, önemli bir kültürel birikime sahiptir.
Başkanlık sistemi, neden ileri sürülüyor?
AKP lider ve kadrosu ile bir kısım aydınlar; “ siyasi istikrar için, başkanlık sistemi gereklidir” diyor.
Parlamenter sistemin; koalisyonu doğurması, doğurması ile de siyasi istikrarsızlığa yol açması gibi bir sorunu vardır. Ancak; parlamenter sistem, başkanlık sistemine oranla çok daha demokratiktir.
“Seçim sistemindeki % 10’luk barajın, antidemokratik olduğunu” söyleyenlerin; başkanın % 51 ile seçilmesi halinde, halkın % 49’luk iradesini nasıl yok sayacaklarını ise anlayabilmiş değilim.
“Başkanlık sisteminin alası var” diyorlar…
Cumhurbaşkanı’nın; geniş yetkileri, tutum ve davranışı başkanlık sistemini çağrıştırabilir. Ancak; bu, başkanlık sistemi değil; mevcut parlamenter sistemin bozulmuş bir halidir.
Âdem-i merkezi bir yönetim mi isteniyor?
Genel olarak, parlamenter sistemin uygulama alanı; üniter devlet, başkanlık sisteminin uygulama alanı ise federal devlettir.
Parlamenter sistemden, başkanlık sistemine geçmek; “üniter devletten, federal devlete; merkezi yönetimden, âdem-i merkezi yönetime geçmek” demektir. Bu da; otonom ve özerk bölgeleri içeren, bölgesel yönetime giden, yolun kapısını açmaktır.
“Başkanlık sistemi ülke ve millet bütünlüğünü sağlar” diyorlar…
Bunu söyleyenler, maksatlı ya da ideolojik saplantılı değilse; Yugoslavya, İspanya gibi ülkeleri hiç dikkate almamış; felsefe, siyaset-sosyoloji-tarih kültürü zayıf kişilerdir. Bunlara da; biraz, felsefe-siyaset-sosyoloji-tarih okumalarını tavsiye ederim
Başkanlık sistemi; birilerinin anladığı gibi, basit olarak bir başkanın seçimi olayı değildir. Devletin ve milletin tanımı ile devlet yapısı ve yönetim şeklini de değiştiren bir olaydır. Diğer bir ifade ile devletin ve milletin omurgası ile oynamaktır.
Ne gibi tehlikeler doğurur?
Bireyin siyaset kültürünün zayıf ve her türlü istismara açık olduğu, sosyal sınıflar ile siyasi partilerin kurumsallaşmadığı, mezhebi ve etnik siyasetin öne çıktığı, “sendika-oda-birlik-dernek-parti patronları, büyük sermaye ve kara para babaları, toprak ağaları, aşiret reisleri ile cemaat ve tarikat şeyhleri” gibi oligarkların var olduğu bir ülkede; iktidarın kaynağı ve meşruiyetini tartışmalı bir hale getirir, çatışma-anarşi ve kaos sonucu da otokrasiye veya dağılmaya yol açar.
Ülke; adeta, 700 yıl önce Anadolu’da var olan beylikler dönemine geri döner.
Sonra, bizim; bu konuda, önemli bir acı tecrübemiz var. Sultan II. Mahmut; âdem-i merkezi yönetimden, merkezi yönetime “laf olsun” diye gitmedi. Merkezi yönetime gitmesi; iktidarın, eyaletler üzerinde hiçbir otoritesinin kalmayışı ile ilgili idi. Ayanlar, mütegallibe denilen bey ve ağalar adeta bölgesinde hükümdar olmuştu.
Osmanlı’nın âdem-i merkezi yönetim tecrübesi, sadece geçmişteki bir uygulama olarak kalmadı; Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Mısır, Lübnan, Arabistan vb ülkelerde ortaya çıkan siyasi sorunu çözümlemede de hep bu metodu denedi; ancak, başarılı bir sonuç ise alamadı.
Akla Zarar! Halen Millet Tartışması Yapıyoruz
Aradan 93 yıl geçmesine rağmen, halen millet tartışması yapıyoruz; buna da hayret etmemek mümkün değil.
Adam, Amerika’ya yeni ayak basmış; “ben Amerikalıyım”, Fransa’daki zenci de “ben Fransız’ım” diyor; kimse, o ülkelerdeki etnik unsurları tartışmıyor; ama Türkiye’ye sıra gelince bülbül kesiliyor.
Biri; dini, biri; dini-mezhebi, biri; coğrafi, biri; dini-coğrafi, biri; vatandaşlık temeline dayalı; daha, daha envai çeşit millet tanımı yapıyor. Sanki bir siyaset-sosyoloji bilimi dâhisi, siyaset-sosyoloji kavramlarını alt üst ediyor; ne akıl, ne mantık, ne de bir insicam var. Savunmaya gelince de “millet ve ülke bütünlüğü böyle sağlanır”, “Cumhuriyeti kuranlar, yanlış yapmış” diyor. Hele; bunları, yılların aydın ve siyasetçisinden işitmek ise; insanı gerçekten derinden düşündürüyor.
Ne kadar eleştirirlerse de eleştirsinler; cumhuriyeti kuranların lider ve düşünürleri deve dişi gibi adamlardı. Bunların; önemli bir felsefi, siyasi, sosyoloji, tarihi birikimi vardı; bir de imparatorluk tecrübesini yaşamışlardı. Bugün ise ne yazık ki böyle bir kadro yok; sistem kurmak da öyle turşu kurmaya benzemez.
Kültür temeline dayalı millet tanımı, “laf olsun” diye yapılmadı; zira bu, siyasi-sosyolojik gerçekler ile tarihi bir tecrübeye dayanıyordu.
Osmanlı; Tanzimat ile vatandaşlık, Sultan II. Abdülhamit ile de dini temele dayalı bir millet tanımını denedi. Ancak, her ikisi de tutmadı; önce Sırplar-Romenler ve Bulgarlar; daha sonra da Arnavutlar imparatorluktan ayrıldı. Arnavutların ayrılmasını; İttihatçıların Türkçülük propagandasına bağlayanlar ise herhalde, 1878’deki Arnavut Prizren İttihat Cemiyeti Kongresi’nden bir haberi yok.
Bugün; halkın, % 80’i “ben Türküm” şeklinde kendini tanımlıyorsa; bu maya tutmuştur.
Adama; kökenin ne olursa olsun, “ben Türküm” diyeni; “Türk kabul ediyoruz” diyorum, adam “ben Türk değilim” diyor. Bir kimse, alt kimliği bir üst kimlik haline getirmişse; buna, diyecek bir şey de yoktur. Sadece, “yolun açık olsun” denilir.
Herkesin kendini aynı milletin bir mensubu olarak tanımladığı bir ülke yoktur; bu nedenle kurucu unsur ve azınlık vardır. Önemli olan ise; çoğunluğun, varlığını muhafaza etmesidir. Bu da sosyolojinin temel kurallarından biridir. Bunun için % 60’ı Fransız olan Fransa; Fransız’dır, % 57’si Beyaz-Anglosakson-Protestan olan ABD de; Amerikan’dır. Ancak; herkes, eşit vatandaşlık ile kültürel haklara sahiptir.
Hal böyle iken, Türk milletini; milliyete indirgeyerek cazip olmaktan çıkarmanın, alt kimlikleri ise; üst kimliğe çıkararak cazip hale getirmenin, bir ülkede birden fazla millet ve devlet üretmekten başka bir işe yaramaz.
“Din birleştirir” diyorlar…
Din; ortak kültürün, yaygınlaşması ile güçlenmesini sağlar. Farklı kültürleri ise birleştirmez. Ayrıca mezhebi yönü ile de bir ayrışmaya yol açar. Bu da; sosyolojinin, diğer bir kuralıdır.
Muhalefetin sorumluluğu yok mu?
DEVAM EDECEK