Yrd. Doç. Dr. Abdülkadir SEZGİN (1)
İçinde yaşadığımız dönemde İslam dünyası içinde yaşanan iç harpler, terör ve karışıklıkları birlikte yaşıyor. Bu karışıklıkların yaşanmadığı coğrafyalarda da bir taraftan “İslamcılık Cereyanı” artıyor.
İşte tam da böyle bir vasatın katkısı ile ülkemizde de, siyasi İslamcılar, resmen yasak, fiilen serbest tarikatçıların siyasi partilerle yaptıkları koalisyonlar farklı görüntüler veriyor.
Tarihimizin hiçbir döneminde bu kadar siyasallaşmadıkları bilinen tarikatların “fırsat ele bir geçer” diyerek, gelecek planları için para, taraftar ve emlak gibi şeyleri biriktirdikleri de anlaşılıyor.
İslamcılığın gelişmesi, toplumda hemen her şeyin din veya din köküne bağlanma veya öyle olması gerektiği gibi anlayışların artması veya yaygınlaşması yanında, din konusundaki sağlıklı ve tutarlı bilginin de kaybolmasının birlikte yaşanması paradoks gibi görünse de, kargaşa içinde çok da farkedilmiyor.
Türk tarihi boyunca hiç bu kadar siyasallaşmamış olan tarikatların birden bire kedilerini siyasetin tam orta yerinde bulmaları, ayrıca yüksek rant ortamında dünya ve dünyalık sevdalarının su yüzüne çıkması, içinde bulundukları ortamı çok sevdiklerini mi gösteriyor, bilmiyoruz.
Din eğitiminin olmadığı bir toplumda bu tür karışıklıkların artacağı da anlaşılıyor.
Madalyonun arka yüzünde ise, devletlülerimizin meşru tarikatlar yerine illegal; hukuken yasak tarikatlarla işbirliği yaparken, bütün tarikatları “yaygın halk eğitimi kurumu” olarak serbest bırakma girişimini bile hatırlamamalarını gelecekte nasıl izah edecekleridir.
Her şeyden habersiz halk yığınları da, bugün özlem duyulan Osmanlı ve Selçuklu dâhil, eski Türk Devletlerinin “Şeriat devleti” olduğuna dair hülyalar içinde yaşadığı gerçeğidir.
Diğer taraftan kendisini aydın, ilerici gibi tarif edenlerden en azından bir bölümü de, “eyvah rejim İslamlaşıyor” paniğine yakın biri sosyo-psikolojik bir travmaya doğru hızla ilerliyor gibi görünüyor.
Türk toplumsal yapısındaki bu durum bir süre daha böyle devam edecek olursa, sosyal çatışmaya yol açacak ciddi bir sosyal çözülme hepimizi huzursuz edecek gibi görülüyor.
Bize garip gelen de tam da böyle bir ortamda ”Din, Devlet ve Siyaset” konusuna dikkatleri çekerek, herkese bu terimlerle ifade edilen konularda tarihi ve kültürel mirasımızı hatırlatmak istedik.
DİN NEDİR
Din, bilinen en kolay tarifi ile “akıl sahiplerini kendi hür iradeleriyle mutlak hayra (iyiye, doğruya, güzele) yönlendiren ilâhî bir kurumdur”. Dine muhatap olanlar ”âkil ve hür olan insan”dır.
Din, özellikle de “Vahye dayanan dinler” ilahi metne dayanır. İslam Dini örneği, son din oluşu sebebiyle Kitap (Kur’an) yenilenmeyeceğine göre, yazılı emirler yüzlerce, binlerce yıl değişmeden kalacaktır.
Din, gerçek şahıslara ait bir inançtır. Bu insanın da akıllı, özgür iradeyle, yani bilerek ve isteyerek dindarlığı (dine mensup olduğunu) söylemesi ile yapılması gerekenleri yapmasıdır.
Dinin temel amacı, insanın dünya ve ahirette mutluluğudur.
Gerçek olmayan şahısların, tüzel kişiliklerin dininin olması düşünülemez.
Bu bütün dinler için de böyledir. Bu sebeple de devletlerin, vakıfların, partilerin, şirketlerin, kooperatiflerin, dernekler ve benzeri kurumların dinli veya dinsiz şeklinde kategoriye tabi tutulması akla, bilime ve dinlerin kurallarına aykırıdır.
Bununla anlatılmak istenilen şey, dinlerin statik (durgun- değişmez) olmasıdır. Yani zamanın geçmesi, dünyada bazı şeylerin değişmesiyle dinin kuralları değişmez.
Müslümanlığın din anlayışının temelini oluşturan akıllı, hür iradeli bir şekilde din seçme haklarının olması, öncelikle bütün Müslümanların (ırklarına, dillerine, ülkelerine göre) ayırım yapılmadan eşit olduklarını ifade eder.
DİN NELERİ İÇERİR?
Hak olarak kabul edilen (sonradan bozulmuş olsalar bile) dinlerde şu hususlar yer alır:
- İMAN. İnanılacak şeylerin neler olduğu ve bunlara nasıl inanılacağı…
Dinin özü olarak kabul edilen temel inanılması gereken kabullerdir.
2.İBADET. İnanılan Tanrı’ya nasıl, nerede ve ne zamanlarda ibadet yapılacağı… Dinin öğretisine uygun bir hayat sürebilmenin eğitimi anlamındadır. İnanılan Tanrı’ya ve dini tebliğ eden “Elçi”ye saygı ve bağlılığın devamı da denilebilir.
3. AHLÂK. Tek başına veya toplum içinde hangi kurallara uyulacağı..
Ahlâk dinin gönderilmesinin ana amacıdır. Hatta iman ve ibadetlerin dünyevi olarak en önemli gayesi, inanan insanların ahlaklı olmasıdır.
Bu bakımdan fert ve toplum olarak ahlak toplumsal hayatın merkezinde yer alır.
Tarihi, sosyal, kültürel ve medeni gelişmelerle genel ahlak, felsefi ahlak, ateist ahlakı, .. gibi pek çok ahlak modelleri de gelişmiştir.
Ahlaklı olmak, bütün insanlığın ortak amacıdır. Bununla birlikte dinlerin, milletlerin, ideolojilerin, felsefi, siyasi ve diğer alanlardaki görüş ve düşüncelerin de ahlak anlayışları oluştuğunu da hatırlamalıyız.
Ancak yaşadığımız dünyada oluşan ahlak anlayışlarının –nerede ise– tamamında oluşan bir “ortak ahlak” ilkeleri de oluşmuştur.
Bu sebeple de ahlakı sadece dinlere has olarak anlatma imkânı da yoktur.
Bu ortak ahlâk anlayışında dinleri ve dilleri değişse de ortak değerler oluştuğu gibi, uluslararası düzeyde bunun hukuki ilkeleri ve kuralları da vardır.
Hak, adalet, hürriyet, eşitlik, yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, eğitim hakkı, kendi hakkına razı ve başkalarının hakkına karşı saygılı olma, hile, talan, haksız kazanç için taraf olmama ve/ya; kişilere ve topluma karşı uyulması gereken kurallar olarak bunları saymak mümkündür.
Dinin İman, ibadet, helal ve haramları zamanın değişmesi ile değişmez.
DEVLET NEDİR?
İslam inancına sahip olanlara göre, diğer dinlere mensup vatandaşlarla eşit vatandaşlık hakkına sahip oldukları, başka bir deyişle bütün vatandaşların kanun karşısında eşit oldukları dikkate alındığında, devletin bütün dinlere eşit mesafede olması gereken sosyal bir kurum olduğu ifade edilmektedir[2].
Devlet elle tutulup gözle görülmeyen soyut bir kavramdır. Bu nedenle de bazı sosyologlar ve siyaset bilimciler “bugüne kadar devleti ne gören ne de yakalayan olmamıştır” derler. Devlet düzeninden söz edilince o düzeni kuranlar, devletin yasalarından söz edildiğinde de o yasaları yapanlar anlaşılır.
Siyaset bilimi açısından en kolay tanımlardan birisine göre; “devlet, amacı toplumsal düzenin, adaletin ve toplumun iyiliğinin sağlanması olan, belirli bir toprak parçası üzerinde yerleşmiş insan topluluğuna dayanan ve bu toprak parçası üzerindeki her şey üzerinde meşru otoriteye sahip siyasal bir örgütle (hükümet) donatılmış toplumsal bir organizasyondur.
Aslında siyasal kararlar, devletin damgasını taşıdığı ve onun otoritesine büründüğü için geçerlilik ve etkinlik kazanır. Bu kararların arkasında devleti yönetenlerin ve siyasi iktidar sahiplerinin tercihleri vardır.
Devlet, dışarda, içerde ve özellikle kendi vatandaşları üzerinde en büyük yaptırım gücüne sahip, en büyük tüzel kişiliktir. Bu anlamda kurumların kurumudur[3]”.
Bu tanım dikkate alındığında, “toplumsal düzenin, adaletin ve toplumun iyiliğinin sağlanması amacı ile” insanlar tarafından kurulmuş bu örgütün, yani devletin amacı ile dinin amacının ana unsurunun “insanın iyiliği ve mutluluğu” şeklinde benzerlik gösterdiği de söylenebilir. Ancak devlet kimseye inanç ve ibadet sorumluluğu yüklemez. O bu alanın dışındadır.
Devletin her türlü özel ve kamuya ait mülkiyeti ile insanların ırz, namus, can, mal emniyetini koruması, ahlak kurallarının zorunlu olanları konusunda düzenlemeler yaparak, sosyal adalet, sosyal barış ve kamu düzenini sağlayarak huzur içinde devamını sağlaması gerekir.
Dinlere müdahale etmemesi, neyi nasıl yapacaklarına karışmaması da icabeder. Dinlerin de dinin kuralları ile sınırlı, ibadet ve uygulamalarını yaparak,dindarların huzur, barış ve refah içinde yaşamalarına katkıda bulunacak şekilde inanç, ibadet ve ahlak telkin ve tebliğlerini yapmaları için imkan ve vasat hazırlar.
İslam açısından bakıldığında Allah emirlerini Kur’an’la son Peygamber Hz. Muhammed (A.S)e göndermiş, o da ümmetine tebliğ etmiştir. Kur’an –nerede ise– her Müslümanın evinde bulunan bir kitaptır.
Sosyal hayat; toplumsal yapı tıpkı şahıslar gibi canlı bir organizmadır ve sürekli değişir. Din ise, genel hükümleri itibariyle asla değişmez.
Zamana ve duruma göre din veya din anlayışı düzenlenemez. Böyle bir düzenleme yapılamayacağı da Kutlu Peygamberin “son Peygamber” olduğunun bildirilmesiyle kesinlik kazanmıştır.
Değişen, gelişen toplumların dinamizmine, din dışı; teknolojik, sınaî, iletişim ve çağın getirdiği diğer ihtiyaç ve sorunlara statik kuralları 1400 yıl önce gönderilmiş din yapısı ile nasıl cevap verilecektir?
Dinin konusu arasında, dünyevi ihtiyaçların tamamının karşılanması zaten beklenemez.
Bunu anlamak için bizzat dinî emirleri Vahiy yoluyla alıp, bize tebliğ eden Kutlu Peygamberin, uygulamalarına bakmamız gerekir.
Kur’an, doğrudan devlet veya devlet idaresiyle ilgili emirler içermez. Bu, İslam Dini’nin kıyamete kadar insan ihtiyaçlarının karşılanmasında, insanı, hür iradesi ve aklı ile idare etmesi için insanlara bırakılmış bir alan olarak da değerlendirilmelidir.
İşte bu sebeple de Allah, Kur’an’da, iman ve ibadetler konusunda hiç boşluk bırakmamışken, “devlet kurulması, yapısı ve yönetimi” konularında bir tek ayet bulma imkânımız yoktur.
Devlet ve devlet idaresi, dernek, vakıf, şirket, kooperatif ve benzeri sosyal kurumların yönetilmesinde ise, aşağıdaki ayetlerin yol gösterici olduğunu biliyoruz.
1.“Toplumu ilgilendiren her konuda (onu bilenlerle konuş) onlarla istişare et ama karar verince artık Allah’a güven, artık Allah’a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever”[4].
2. “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara (uzmanlarına) vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder”[5].
3.”Şübhesiz ki Allah, adâleti, iyiliği ve yakınlarınıza (muhtaç oldukları şeyleri cömertçe) vermeyi emreder”[6].
Dinle ilgili konularda hem ilahi metni, hem de Hz. Peygamber, kendi yorumları olan hadislerle her konuya açıklık getirmiştir. Ancak, devlete ait işler konusunda ashabı (arkadaşları) ile istişareyi önemsediği gibi, Vali olarak atadığı devlet adamlarına bu işi nasıl yapacağını özellikle sormuştur.
İlk atanan Vali, Yemen Valisi Muaz bin Cebel örneğinde olduğu gibi, Hz. Peygamber’in:
– Şimdi sen buraya, çok uzak bir yere gideceksin, orayı nasıl idare edeceksin, sorusuna:
Muaz’ın cevap olarak:
“– Allah’ın kitabı ile yöneteceğim” şeklindeki cevabı uygun bulmayarak, Yemen’in Medine’ye çok uzak bir yer olduğu, oradaki hayatın kendi yaşadıklarına benzemediği ve kültür değişikliğine işaret ederek,
“-Ne ile idare edeceksin?” sorusunu birkaç kere sorarak Muaz’ın doğru cevabı bulmasına yardımcı olmuştur:
“– Ya Resulullah, Vallahi, Tevhid’e aykırı olmamak üzere aklımla idare edeceğim”, cevabını almış ve:
“– Evet, öyle yap” diyerek bu düşünceyi tasdik etmiştir.
“Tevhid’e aykırı olmamak üzre” cümlesinin açılımı, Allah’ın bir tek oluşu ve bu sebeple bize emrettiklerine aykırı olmamak üzere, aklımla hareket edeceğim, anlamına geldiğini izaha gerek yoktur
Nitekim Hz. Peygamberin Medine’de kurulmuş olan devleti yönetirken, pek çok konuda arkadaşlarıyla müzakeler yaptığı bilindiği gibi, kapalı bir şehir olan YESRİB Kasabasını, birlikte nasıl idare edecekleri konusunda şehirde yaşayan Müslüman olmayanlarla ortak bir metinde uzlaşmış olması[7] ve vefatına kadar bu uzlaşma metnine sadık kalması önemli bir uygulama olarak hatırlanmalıdır.
Bu üzerinde uzlaşılan metin “Medine Vesikası” olarak adlandırılmıştır.
Medine Vesikası’na ülkemizde “İslamcı” olarak bilinenler “İslam Anayasası” veya “Dünyadaki ilk Anayasa” gibi isimler veriyorlarsa da bu metin Medine’deki gayri Müslimlerle, Hz. Peygamberin görevlendirdiği Müslümanlarca imzalanmış ortak bir metindir; Müslümanlarca düzenlenmiş bir metin değildir[8].
Hz. Peygamber vefatına kadar bu anlaşmaya ve metne sadık kalmıştır
DİN DİKKATE ALINARAK YAPILAN DEVLET TANIMLARI
Din veya dinler dikkate alınarak devlet tanımları yapmak da mümkündür. Bu konuda da Azerbaycan’da yapılan bir örneği paylaşmak istiyorum.
Din açısından üç türlü devlet vardır:
- Dini Devlet: Vatikan, İran ve Suudi Arabistan örnekleri gibi,
- Dinsiz Devlet: Eski Sovyetler Birliği örneği,
- Dünyevi Devlet: Azerbaycan ve Türkiye örneği…
Dünyevi devlet, tam anlamı ile devletin dünyevi kurallarla yönetildiği; problemlerin sebep ve sonuç ilişkileri dikkate alınarak akılla çözüldüğü devlet demektir.
Bu tasnifin merhum Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebulfez ELÇİBEY’e ait olduğunu da belirtmeliyim.
“Laik” kelimesinin Türkçe olmayışı yüzünden yaşanan tartışmalar, toplumda olumsuz anlamalara sebep olmuş, özellikle kötü niyetli ve ideolojik bakan insanlar bunu “İslam düşmanlığı” gibi algılamış ve bu şekilde de bunun propagandasını yapmışlardır.
Bu sebeple de laiklik yerine dünyevi devlet denilmesi halinde bu yanlışlıklar ve tartışmalar kendiliğinden ortadan kalkacak; “uhrevi” (dini) kurallarla değil, dünyevi kurallarla idare edildiğimiz anlaşılacaktır.
Böyle müşterek kavramsal bir çerçeve yüreklerdeki bu tür pasları siler. Hepimizi rahatlatır, endişeleri giderir. Aramızda misyonerlik türü faaliyetleri ve din tebliğini durdurabilir.
Aynı dine mensup olanlar arasında da mezhep ve tarikat farklılıklarından doğan tartışmaları azaltabilir, ya da asgariye indirebilir.
Yukarıda arzettiğim kavramsal çerçevenin ortak tanım ve ortak kavramsal çerçeve olarak kabul edilmesi ve kültürel dünyamızda duyurulup tanıtılması ve hayat bulması dileğimdir.
GÜNÜMÜZDE TARİKATLAR VE SİYASET
Tarikatlar tarih boyunca, “yaygın halk eğitimi kurumu” anlamında son derece önemli hizmetler yapmışlardır.
Bu noktadan bakıldığında tarikatlar arasında fark yoktur. Bu tarikatlar, Nakşi, Mevlevi, Bektaşi, Kadiri, Halveti, Uşşaki, Celveti, Gülşeni,.. gibi isimlerle anılan ve halen faaliyetlerine devam eden sûfi yolun (tasavvuf)yolcularıdır.
Bunu herkesin anlayacağı biçimde en güzel anlatan da merhum Prof. Mehmet Ali Ayni şöyle diyor:
“Müslümanlık haddi zatında Allah’ı ve Rasûlünü tasdikten ibaret olmakla beraber, bu tasdik keyfiyeti bir muahede (sözleşme) ile teyit edilmiştir. Bu muahede pek tehlikeli bir günde, Müslümanlar ile Nebileri arasında yapılmıştır. Müslümanlar o gün Nebilerinin elini tutarak, kendilerinden ayrılmayacaklarına söz vermişlerdi. İşte onların bu samimi birliktelikleri kendilerini o tehlikeden kurtarmıştı.
Bir Müslümanın, bu gün özü, sözü ve fiili bir birine uygun ve düzgün, fazilet ve istikamette muttasıf ve muhabbet ve itimada layık bir zâtı bulup, onun huzurunda, o güne kadar işlemiş olduğu günahlardan tevbe ve pişmanlık duyarak, artık, kimseye fenalık etmeyeceğine, yalan söylemeyeceğine, kimsenin malını çalmayacağına, kimseyi öldürmeyeceğine, her türlü kötülükten sakınacağına dair söz vermesidir. Bu taahhüdüne Allah ve Rasulü ve Pirân-ı izamdan birini şahit tutması o birinci muahedeyi yenilemek ve tekit etmekten ibarettir[9].
İşte Şeriat’ın bâtını (içi) olan tarikata girmek bu demektir[10].
Günüz tarikatlarında bu geleneğin yaşayıp, yaşamadığı, yaşananların da bu geleneği ne kadar yaşattığı konusunda (Erkânlı Dede’ler uygulaması hariç) fazlaca bir bilgi bulunmamaktadır.
Tarih boyunca nefis terbiyesi ile doğru konuşan, yalan söylemeyen, hakkına razı, başkasının hakkına saygılı; eline, diline beline sahip insan eğitimi veren tarikatların günümüzde siyasi ve/ya ekonomik birliktelik amacıyla birleştikleri, yönündeki kötü örneklere basında sıkça rastlanır durumdadır.
Tamamen siyaset dışı kurumlar olması gereken tarikatların, parlamenter sistemin olmazsa olmaz şartı olarak sivil toplum örgütü gibi davranarak siyasi rant peşinde oldukları da zaman zaman görülmektedir.
Hatta bazı bakanlıkların tarikatlar arasında paylaşıldığına dair basında da haberler görüldüğü olmaktadır.
Tarikatlar 677 sayılı kanunla yasak olmaları bir yana, aynı isimle siyaset yapmalarının da önü de açılmış görülmektedir.
Bu aynı zamanda din ve siyasetin ayrılması yerine, birlikteliği anlamına gelmiyor mu?
Siyasi partilerle tarikatların uzlaşmış olması anayasal düzenimiz açısından da ciddi sıkıntılara sebep olabilecektir, endişesini de artırmaktadır.
CUMHURİYET ÖNCESİ TÜRK DEVLETLERİ ŞERİAT DEVLETİ MİYDİ?
Cumhuriyetin kuruluş tarihi olan 29.Ekim 1923 öncesinde var olan Türk devletinin adı “Osmanlı Devleti” idi. Üstelik ve devletin “Hakan” veya “Sultan”ları 1517 yılından itibaren de dünyadaki bütün Müslümanların dini otoritesi sıfatı ile “İslam Halifesi” sıfatını da taşırdı.
Osmanlı Devletinde en üst görevdeki din adamının unvanı da “Şeyhülislam” idi.
Osmanlı Devletinin “Halife”, adını da taşıdığı dönem incelendiğinde bile bu devletin Şeriat yani din kuralları ile idare edilmediği görülmektedir.
Osmanlı Devleti, genel olarak “Türk Devlet Geleneği” kuralları ile yönetilmiş, bir devlettir.
Bu konuları Cumhuriyet’in 50. Yılı sebebiyle incelemiş olan Prof. Dr. Ömer Lütfi Berkan’ın yaptığı inceleme ve yayımladığı belgeler dikkate alındığında başka bir kanaate ulaşma imkânı yoktur[11].
Bu uygulamalar arasında din kuralları arasında bulunmayan, para cezaları, organ kesme cezaları ve benzeri dince uygun görülmeyen; ancak toplumun huzur ve güvenliği, kamusal ahlakın zarar görmemesi için alınmış tedbirlere ilişkin kararlar ve uygulamaların olmasıdır.
Kaldı ki, devletin son zamanlarında savaş ilanları dışında, Osmanlı Sultanlarının “Halife” unvanını kullanmadıkları yaygın olarak bilinmektedir.
Diğer taraftan Osmanlı’nın, Yahudi ve Hıristiyan toplumlarına ve kiliselere batılı ülkelerden fazla itibar ettiği; Yahudi vatandaşlara her türlü imkânı sağlaması yanında, İspanya’da soykırım tehdidi altındaki Yahudileri İspanya’ya para ödeyerek kurtarıp, Osmanlı vatandaşı olarak ülkeye yerleştirdiği de bilinen olaylardandır.
Osmanlı devletinde var olan diğer dinler; şeytana tapanlar dâhil herkesin bu güne kadar gelmelerine, ortam sağlanmıştır.
Bu devlete, yaptıkları ve hayranlıkla izlediğimiz camiler, medreseler gibi insanlığı hayran bırakan kültürel ürünleri sebebiyle “şeriat devleti” denilmesi ne kadar doğrudur?
Şeriat Devleti veya “Şer’i Siyaset” deyimini ilk defa kitaplaştıran Selefiye âlimi olarak bilinen İbni Teymiye ((d. 1263, Harran – ö. 1328, Şam) tarafından yazılan “es-Siyasetu’ş-Şer’iyye fi’ Islâhi’r-Râî ve’r-Ra’ıyye“[12] isimli kitapla 20. Yüz yılın başlarında olmuştur.
Osmanlı’nın Hilafeti üstlenmesi, bir takım yanlış insanların eline geçerek kötüye kullanılmasını engellemiştir.
En önemli faydası da bu olmuştur.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE DİN – SİYASET İLİŞKİSİ
Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan dönemde Şer’iye ve Evkaf (Din ve vakıflar) Bakanlığı kuruldu. Ancak din işinin siyasi bir kurum olan bakanlıkla doğru gitmeyeceği anlaşılarak, 3 Mart 1924 tarih ve 429 Sayılı “Şer’iye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâlet’leri” kaldırılarak (Diyanet İşleri) ve (Genelurmay) Başkanlıkları da Başbakanlığa bağlı hale getirildi.
Kafası karışık Osmanlı aydınlarından bir kısmının yanlış yönlendirilmeleriyle, 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele ile yaşadıklarımızın da etkisi ile özellikle din alanında zaman zaman sıkıntılı dönemler yaşandığını kabul etmeliyiz.
İtiraf etmeliyiz ki, ilk Diyanet İşleri başkanı Rifat Börekçi bu kriz dönemlerini olabildiğince iyi idare etmiştir.
Savaş ve sonrasının durumu, dünyadaki genel hava ve en önemlisi her şeyini kaybetmiş; ekonomisi sıfırlanmış, nüfusu azalmış; önemli bir nüfusun harp malulü olduğu bu dönemde 1925-30 yılları arasında açılan İmam-Hatip kursları, ilahiyat fakültesi son dere faydalı olmuştu.
Daha sonra meydana gelen sıkıntılı dönemin 1946 – 47 döneminden itibaren ABD’nin “sizi Nato’ya alacağız, Ruslara karşı koruyacağız” havucu ile ülkemize girmeleri toplumsal bir rahatlamanın da yolunu açtı.
1949 yılında açılan Ankara İlahiyat Fakültesi yanında, açılan İmam-Hatip Kursları kısa bir süre İmam-Hatip Okullarına döndü.
İslam dünyasında ilk defa kendi diline yapılan tercümeyle okunan ezan, İslam dünyasında okunan orijinale dönüştü.
Çok partili, parlamenter demokrasi ile birlikte de, hukuken yasak olan tarikatlar, yeni düzenin gereklerinden olan ve ülkemizde bulunmayan “sivil toplum” faaliyeti görevini üstlendiler.
O tarihten bu tarafa, daha önce asla siyasetle uğraşmamış tarikatlar siyasetle ortak faaliyetlerine devam etmektedirler.
Bu ortaklık kuşkusuz siyasete çok şey katmıştır, ama tarikatlar da kendi değerlerinden tarif edilemeyecek kadar çok şey kaybetmişlerdir.
Tarikatların (Alevilik dâhil) bugün çektikleri sıkıntı ve siyasete verdikleriyle, kazandıkları siyasi makam ve maddi imkânlara rağmen dini, tasavvufi ve kültürel değerlerinden kaybettiklerini telafi edecek durumda değildirler.
Ülkemizde kaosa doğru giden; ortak dini değerlerimizdeki yozlaşma ve yabancılaşmanın sorumluluğu, unutmayalım ki, kamu kurumu olan Diyanet başta olmak üzere, illegal tarikatçılık yapan ve ortaklarına meşruiyet sağlamayan siyasetçilere aittir.
İmam-Hatiplik hizmeti amacıyla açılmış olan İmam-Hatip Okulları (orta 4 + lise 3 sene) olmak üzere 7 yıllık son derece önemli bir meslek lisesi idi.
Orta kısmını bitirenler de İmam-hatip olma imkânına sahipti. Bu sebeple de meslek dersleri yanında özellikle köyde, köylülere sosyal konularla birlikte sağlık ve hukuk konularında da temel bilgiler içeren dersler vardı. Sağlık bilgisi, Kanun bilgisi dersleri bunlardandı.
12 Mart 1971 muhtıra/ darbesi ile ilk yapılan işlerden biri bu meslek okulunu “meslek okulu olmaktan çıkarmak” olmuştu. İmam-Hatiplere sahip çıkmakla ünlü(!) partiler ve dernekler gıkını bile çıkarmadılar.
Din hizmeti verme eğitimi bulunmayan ve sadece 4 yıllık bir lise kısmı kaldı.
Bugünkü İmam-Hatip Lisesi denilen okullar, daha önce Kuran okumayı öğrenmemiş olanlara Kuran’ı bile okutamayan, sadece “arka bahçe” hizmeti gören politik yuvalara döndü. İmam-Hatip Okulu mezunu bir insan olarak gelinen bu durumdan utanç duyuyorum.
– İlahiyat fakültelerinde din eğitimi hangi alanlar da vardır?
– Hangi din hizmetinin eğitimi verilmektedir?
Okumayı eğitim zannedenler bunu anlamayabilir.
– “Dini tartışma” amaçlı fakülte açılmasının hangi amaçla yapıldığını merak edişimizde haklı değil miyiz?
Devletin okulları dini doğru öğretmiyor ve eğitimini vermiyorsa, iş tarikatçı – cemaatçi yapılara zorunlu olarak kalır ve sonunda “nasıl bir İslam?” veya “hangi Müslümanlık?” sorularına düzine ile cevap verilir hale gelinir. Şu anda ülkemizde böyle bir din hayatı yaşadığımızı itiraf etmek durumundayız.
Dünyada ve ülkemizde şu anda yaşadığımız kaos bize bir şeyi öğretmeye devam ediyor: Sütle, sütçü nasıl ayrı ayrı şeylerse, aynen onun gibi, İslamcı ile Müslüman’ın da ayrıldığı; menfaatperest olma dışında bir meziyeti kalmamış, İslamcıların zararından, Allah Müslümanları korusun, şeklinde dualar yapılır noktaya gelinmiştir.
Kimlerin, nasıl, nerelerde eğitim vererek Selefi, Vehhabi, Taliban, Nusra, el Kaide, Işid, DH…gibi teröristlere “Müslüman” yaftası yapıştırarak dünyamıza sürenlerle bu beladan “ortak kurtuluş reçeteleri” yazılması da aklı erenleri mest etmektedir!..
İslam dünyasını kuşatan ve iç harplere duçar bu din algılama kargaşasının öncelikle; bütün İslam dünyasının umudu olan Türk Milletinin bu işten ne zaman ve nasıl kurtulacağı, peşinden de kendilerini de aynı şekilde kurtaracağı beklentisini de kaydetmeliyim.
2005 yılında, merkezi Mekke’de olan “ Hz. Ali Evlatları Aile Önderleri Vakfı Başkanı, “Ümmül-Kura” (Mekke) Üniversitesi Hukuk Profesörü Seyyid Abdullah ATTAS[13] ile birkaç gün. İslam Dünyası üzerine bilimsel konuşmalar sırasında anlattığı bir hatıra ile hususu paylaşmak istiyorum:
Küresel emperyalizm o kadar güçlü ve etkin hale geldi ki, bir Müslümanın rengi, dili, mezhebi ve yaşadığı yer neresi olursa olsun, emperyalizm o kadar etkili ki, buna karşı Müslüman olarak kendisini koruyan bir güç olmasa, hiç kimse, nerede olursa olsun, “- ben Müslümanm” diyemez veya yüksek sesle “Tekbir” getiremez, demişti.
Buna o kadar inanarak söylemişti ki, dinlerken tüylerim ürperdi ve ben:
– Seyyid hazretleri bu gün mânevi ve ruhani mi?, diye sordum.
– Hayır, reel, gerçek bir güç var ve bütün Müslümanlar ondan cesaret alıyor; onun kendilerini koruyacağına inanıyor, dedi.
Heyecandan yaşadığım hali anlatamam…
– Bu gücün adı var mı, kimdir, nedir, lütfen söyler misiniz, dedim.
– Var tabi. Gücünü tarihi ve kültürel mirasından alan TÜRK ORDUSU, demez mi?
Gözlerimden yaş geldiğini hatırlıyorum. Ben gözlerimi silerken söze devam etmişti:
-Bunu dünya Müslümanların çoğunluğu biliyor. Kadere bakın, Türkiye’yi idare edenler bunun farkında bile değiller. Onlar bu ordu ile savaşıyorlar…
“-Onlar bu ordu ile savaşıyorlar…”
İslam dünyasına yüzlerce yıl önderlik etmiş bir milletin çocukları olarak aynaya bakma zamanıdır. Bakıp kendimize gelmemiz gerekiyor.
[1] Teostrateji Araştırmaları Merkezi Başkanı
[2] Fahri DEMİR İslam Dini açısından Din-Devlet ilişkisi (Din ve Laiklik) 27 1999 Ankara
[3] Ali ÖZTEKİN, Siyaset Bilimine giriş, 5. Baskı 28, 2007 Ankara
[4] Nisa:159
[5] Nisa:158
[6] Nahl:90
[7] Bu metnin adı “MEDİNE VESİKASI”dır. Bunun en güzel tercümesi ve orijinal metni için bakınız “İslama Giriş, Muhammed Hamidullah, 2003 İstanbul
[8] Hz. Peygamber, Medine’ye hicretinden sonra teşekkül eden devletin başkanlığını da üstlenmiştir. Medine’de (eski adı: YESRİB KASABASI) sosyal yapı incelendiğinde, Yahudiler, Puta tapanlar, Hıristiyanlar gibi topluluklar da vardır. Her topluluk (aile gurupları)nın evlerinin etrafında akşamları, haramilik, baskınlar soygunlar, insan kaçırarak köle yapanlara karşı giriş kapıları kilitlenen surlar vardır.
Yesrib’in açık şehir haline gelmesi ve Kasaba iken “MEDİNE” (Şehir)halini alması Hicret sonrasında olmuştur.
[9] Burada anlatılan muahede (sözleşme) Medineli Müslümanlarla Hz. Peygamberin Mekke’de bir ağacın altında yaptıkları görüşme sırasında yaptıkları muahededir. “Bey’atür-ridvan” olarak bilinen bu konu Fetih Suresi 18. Ayetinde de anlatılmaktadır. Bu sözleşme anılan ayetin uygulaması olarak, elinde “Erkân” denilen bir çubukla Cem toplantıları yapan Kızılbaş (Alevi) Dedeleri tarafından, “Talipler” (dervişler) cem yapılacak salona, yüksek sesle Salavat ve Tekbir okunarak, bu çubuğun altından geçirilerek alınırlar. Bu aynı zamanda Allah Rasulüne ikrarını yenileme olarak kabul edilir.
[10] Mehmet Zeki PAKALIN, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü III.403-404
[11] Ömer Lütfi Barkan, 50. Yıla Makaleler, Türk Tarih Kurumu 1973 Ankara
[12] Bu kitabın Türkçe tercümesi için bakınız:”Siyaset’, çeviren: Vecdi Akyüz, Dergâh Yayınları, 1985
[13] Seyyd Abdullah ATTAS 2010 yılında Hakka yürüdü.