Dr. Abdülkadir SEZGİN
Bu sohbet 1991 yılı son baharında ve Ekim ayı sonlarında yapılmıştı. Diyanet Gazetesi’nin Ocak 1992 tarihli sayısında yer aldı. Sohbet yapılırken ve ziyaret boyunca, Amasya Milletvekili Kazım ULUSOY ve Çelebi Hazretleri’nin oğlu, halen Pir Postu’nda oturan Veliyettin ULUSOY ile Diyanet Yayın Dairesi Başkanı dostum, ağabeyim Orhan Balcı’ da orada idi.
Bu sohbette Feyzullah ULUSOY’un anlattıkları, Serçeşme’den gelen berrak bir su gibi, geçmişimizi ve geleceğimiz aydınlatacak boyuttadır. Günümüz açısından son derece önemli açıklama ve tespitleri içeren bu sohbetin bilinmesi son derece anlamlı olacaktır.
Bu sebeple de eski bir gazetenin sayfaları arasında kalmasına gönlüm razı olmadı ve kitaba konulmasına karar verdim[1].
Bu konuşmayı okuyan herkes, Pir Postu’nda oturanların sıradan insan olmanın ötesinde, makam ve parayı, ellerinin tersiyle nasıl ittiklerini ve olgunluğun “kemâlât”ın ne olduğunu göstermesi bakımından da önemli olduğunu en güzel şekilde anlatan tarihi bir belge olarak takdim ediyorum.
SORU: Efendim, önce lütfedip kendinizi tanıtır mısınız?
CEVAP :20 Ekim 1336 (1920)’da Hacıbektaş’ta doğdum. İlkokulu burada bitirdim. Orta ve liseyi Yozgat’ta kardeşlerimle birlikte okudum. Gene birlikte Ankara Hukuk Fakültesine kaydolduk. 1946 yılında fakülteden mezun olduktan sonra avukatlık stajına başladım ve Yd. Sb. olarak askere çağrıldım. Terhis olunca yarım kalan avukatlık stajımı tamamladım. 1951 yılında avukatlığa başladım. Fakat bu işi yürütemedim. Bu sefer çiftçilik yapmaya karar verdim. 20 yıla yakın traktör sürdüm, biçer döğer kullandım. Küçük oğlum akademiyi bitirdi, ilk oğlumu maalesef kaybettim. Kısaca hayat hikâyem bu.
(1991 yılında, Hacıbektaş ilçesindeki ÇELEBİ KONAĞI’nda çekilen bu resimdekiler: Merhum Amasya Milletvekili Kazım ULUSOY, A. SEZGİN, Merhum Postnişin (Çelebi) Feyzullah ULUSOY (bu resmi çeken şu andaki Postnişin Veliyettin ULUSOY’un Babası) En sağdaki de Diyanet’in o zamanki, Yayınlar Dairesi Bşk. Orhan BALCI.)
SORU:Şimdi, sizinle görüşmek istediğimiz asıl konuya gelmek istiyorum. 1961’lerde bir Alevî-Sünnî ihtilâfı gündeme getirilmişti. Şimdi yeniden alevlenmeye veya alevlendirilmeye çalışılıyor. Bu arada Türkiye’nin şu anda ulaştığı bir nokta var. Dünyadaki gelişmelerden sonra yüklenmesi gereken birtakım sorumluluklar da bulunuyor. Böyle bir ortamda Alevî-Sünnî ihtilâfı konusunda neler söylemek istersiniz?
CEVAP: Benim bu husustaki kanaatim şöyle: Herkesin inancında, ibadetinde serbest olması, birinin diğerinin inancına müdahale etmemesi lazım. Ancak, milli birlik ve beraberliğimizi bozacak, araya nifak sokacak tutum ve davranışlardan uzak durarak bu işi hallederiz diye düşünüyorum. Bilhassa milli birliğimizin sağlamlaştırıldığı, bütün meselelerimizin çözüldüğü 60-70 milyonluk bir Türkiye’nin mevcudiyetini ne komşularımız, ne de büyük devletler istemezler. Onlar, birliğimizi bozmak, Atatürk’ün deyimiyle “Muasır medeniyet seviyesine” erişmiş bir devlet olduğumuzu görmemek için ellerinden gelen bütün fırsatları değerlendirmeye çalışırlar. O bakımdan oyuna gelmemek lâzım.
SORU:Peki, ne yapalım da bu oyunlara gelmeyelim?
CEVAP: Efendim, bu işin teferruatını daha iyi siz görüyor, biliyorsunuz. Aynı kitaba, aynı Peygambere inanan kişileri birbirinin aleyhinde bulunduracak, zıtlaştıracak hareketlerden kaçınmak lazım.
SORU: Özellikle Fransızların geliştirdiği bir düşünce var. Bunların Türkiye’de taraftarları da bulunuyor. Diyorlar ki, Türkiye’deki Alevîlik veya Bektaşilik ayrı bir dindir. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir ve bir araya gelmeleri mümkün değildir. Bu konuda ne dersiniz?
CEVAP: Bektaşiliğin ayrı bir din olması mümkün mü? Allah’ın birliğine, Hazret-i Peygamberin O’nun Peygamberi olduğuna inanan, kabul eden bir kitle nasıl olur da ayrı dinden olur?
SORU: Efendim, bu düşüncenin temeli şu: Diyorlar ki, Alevîlik Müslümanlıktan çıktı, Müslümanlığa ait bir düşüncedir. Fakat şimdi o kadar gelişti ve değişti ki, bir kişi hem ateist (dinsiz), hem de Alevî veya Bektaşi olabilir.
CEVAP: Olmaz böyle bir şey. Ben böyle bir düşünceye karşıyım. Bunlar kendi meşrebine, düşüncesine göre bir Hacı Bektaşi Veli imal ediyorlar, bir Alevîlik icat ediyorlar. Ben şaşırıyorum, bunların hangisi Bektaşîlik, hangisi Alevîlik? Hangisinin yazdığı Hazreti Hüseyin’i, Hacı Bektaşi Velîyi ifade ediyor? Bu kadar değişik düşünceler var.
SORU: Efendim, 1961 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’nda bir Alevî temsilciliği kurulmak istenmiş ve temsilciliğe de sizi getirmeyi düşünmüşler. Bu olayın hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?
CEVAP: 0 zamanlar çiftçilik yapıyordum. Bir gün belediye zabıta memuru geldi. Kaymakamın beni istediğini söyledi. Hazırlanıp gittim. Kaymakamın yanına vardım. “Hayrola Kaymakam Bey?’ dedim. “Seni Devlet Bakanı Hayri MUMCUOĞLU istiyor. Yarın saat 9 da orada bulunacaksın” dedi.
Ertesi sabah araya araya Hayri Mumcuoğlu’nun yerini buldum. Başbakanlığın yanındaymış. Kalem-i Mahsusa çıktım. Yer gösterdiler, oturdum. Kapıcı: “Cemal Özbey’le Aslan Kara geldi” dedi. Cemal bizden sonra okulu bitirdi. Şahsen beni tanımaz, ismimi tanır. Onlar gelince, ben ne için istenildiğimi hisseder gibi oldum. Gazetelerde okumuştum. Alevîler adına Milli Birlik Hükümetine bir muhtıra verilmiş. “Anayasada bizim haklarımızı teminat altına alın” şeklinde. Benim o gazete havadisinden başka bir bilgim yok.
Sonra Bakan karşıladı beni. Buyur etti, hal ve hatır sordu, kahve ısmarladı. Sonra dedi ki:
– “Feyzullah Bey -aynen böyle- bugün bir Mevleviliğin, bir Bektaşiliğin ihyası düşünülebilir. Bugün Türkiye’de inkârı mümkün olmayacak şekilde bir Alevîlik-Sünnilik davasıdır gidiyor. Bu zıddiyeti ortadan kaldırmak için, biz hükümet olarak elimizden gelen tedbirleri alacağız. Buna ne dersiniz?.
— Ben de “isabet buyurmuşsunuz. Bugün birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyacımız var” dedim.
Sonra karşılıklı soru ve cevaplar birbirini takip etti:
– “Sizi buraya çağırmamızdan maksadımız, size bir görev vereceğim. 2. veya 1. dereceden maaşla bu görevi kabul eder misiniz?”
—Efendim, görevim ne olacak?”
— “Diyanet İşlerinde Müşavere Heyeti’nde bir görev.”
—Ben orada ne yapacağım?”
— “İslâm Dini’ne taallûk eden bütün meseleler hakkında orada müzakere edeceksiniz. Konuşacaksınız, konferans vereceksiniz, radyoda konuşacaksınız. Diyanet’in size bu konuda vereceği görevleri yapacaksınız.”
Doğrusu böyle bir teklifle karşılaşacağımı tahmin etmemiştim. Hiç düşünmeden cevap verdim:
—Ben bu işi yapamam efendim”, dedim.
—”Neden yapamıyorsun?” dedi. Dedim ki:
—Efendim, ben Cumhuriyet nesli çocuğuyum. 1920 doğumluyum. Liseden mezun olduktan sonra 1946’da Hukuku bitirdim. Tahsil hayatı dönemimde İslâm Dini için okullarda ne bilgi verildiyse ondan başka bende bilgi yok. Bu mevzuda meraklıyım ama kendimi yeterli göremiyorum. Bunu itiraf ederim. Sonra İslâm Dini’ne taallûk eden bütün meseleler Arap harfleri ile yazılı. Ben Arap harflerini okuyup çözemem. Verilen Arapça bir kitaptan istifade edemem. Ama “bu devlet siyasetidir, emirdir, burada oturacaksınız” diyorsanız, boynum kıldan ince. Ancak, hiç bir iş görmeden orada heykel gibi dikilip de Devletten o maaşı almaya benim vicdanım razı olmaz.”
Bakan:
—Allah Allah, ben böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyorum” deyince;
—”Vallahi efendim, durum böyle, ben bu sahanın cahiliyim, öğrenmeye imkân da bulamadım. Kısacası ben bu işi yapamam” diyerek mevzuyu bitirmek istedim.
Bakan daha sonra, Bektaşîlik, Cemevleri hakkında sorular sordu. Dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım.
Vakit öğle olmuştu. Bakan: “Öğleden sonra gene gel” dedi. Tekrar gittiğimde yarım kalmış sohbetimize devam ettik.
Bir ara, dedi ki:
—”Peygamberlik hakkı Ali’de iken Hz. Muhammed’e verilmiş. Böyle diyenler varmış. Ne dersiniz?”
—”Hâşâ efendim, nasıl olur? Ali de bizim gibi bir kul. Ebu Talibin oğlu… Peygamberin de amcasının oğlu. Biz Ali’yi severiz. Fakat ona Peygamber diyemeyiz. Sevmemizin sebebi de şu: İslâmiyet’e, Peygambere büyük bağlılığı, fazileti, ahlâkı ve hizmeti ortada. Peygamberin neslinin ondan idame etmesi sebebiyle onu çok severiz. Ehli Beytin, İmam-ı Ali’nin hutbeleri, hikmetli sözleri, hizmetleri var. Hocalar bunları anlatsalar, sonra da sopaları alıp caminin kapısında dursalar, Alevîler yine camiye girer. Mesele budur.”
Ve sonra Devlet Bakanı Hayri MUMCUOĞLU’nun yanından ayrıldım.
Sonradan anlaşıldı ki beni amcamla mebus olan Erzincan mebusu Hüseyin AKSU tavsiye etmiş. Cemal GÜRSEL Paşa ile tanışırlarmış. Bu mevzu konuşulmuş. Hüseyin Bey:
—Ne adam arıyorsunuz. Hacıbektaş’ta Hacı Bektaş-ı Veli’nin ahfadından Feyzullah ULUSOY var. Aleviler onu severler, sayarlar. Onu getirin, yapın,” demiş. Oysa ben bu işe ne talibim, ne de işi yapacak bilgi birikimim var. Cemal Özbay’la da görüşemedim.
SORU: Efendim, konuştuklarımızın dışında söylemek istediğiniz, aklınıza gelen herhangi bir şey var mı?
CEVAP: Ben şunu tavsiye ederim. Siz, Diyanet İşlerinde din işleriyle görevi olduğunuza göre, Alevî ve Sünnilerin birbirleriyle kardeşliğini, birleşmelerini sağlayın, bunların arasındaki zıddiyeti giderecek, yumuşatacak gerekli tedbirlerin neler olduğunu siz daha iyi bilirsiniz. Bu hususta gereken icraatın gösterilmesini isterim.
SORU: Diyanet İşleri Başkanlığı olarak bir adım atılmış, kapı aralanmıştır. Siz de Hacıbektaş ahfadı, bir tarikat büyüğü olarak bu birliğin sağlanmasında etkili olamaz mısınız?
CEVAP: Şimdi şunu ifade etmek isterim. Bugün, tarikat büyükleri olarak tanınan kişilerin Alevî vatandaşlar üzerinde etkisi zannedildiği gibi değildir. Ancak telkinler olabilir tabii.
— Bize zaman ayırdığınız ve milli birlik ve kardeşlik konularında bilgiler verdiğiniz için çok teşekkür ederiz.
[1] Bakınız: yazarın “Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik” adlı kitabı 6. Baskı, s: 337-343