Safter TANIK
-11-
Altyapı Olmadan Kalkınma Hayaldir
Bir kişiye bir şeyi anlatabilmeniz için; O’nun o şey hakkında az çok bir bilgiye sahip olması gerekir. Aksi halde anlattığınız her şey havada kalır. Altyapı ile gelişmişlik arasında da böyle bir paralellik mevcuttur.
Kalkınma Eğitim İle Başlar
Eğitim-bilgi birikimi-medeniyet-kültürel değişim ve gelişim arasında sıkı bir ilişki vardır. Bunu başlatan ve tetikleyen ise eğitim ve öğretimdir.
II. Dünya Savaşı’nda, tüm iktisadi varlığını kaybeden ve işgalci ülkeler tarafından zapturapt altına alınan Almanya ve Japonya’nın; tekrar dünyanın en büyük 7 ekonomisi için de yer alması, eğitimli-disiplinli bir halka ve iyi yetişmiş idari-teknik bir kadroya sahip olması ile ilgilidir.
Milli Eğitim ve Kültür Politikası
Mustafa Kemal Atatürk; milli bilince sahip, disiplinli, bilgili, ahlaklı, akla ve bilime önem veren bir toplum inşa etmeyi düşünüyordu.
Bu düşünce çerçevesinde, 1923-1938 döneminde; milli bilinci öne çıkaran, öncelikle bir meslek kazandıran, kaliteye önem veren, elimine ile en iyiyi ortaya çıkarmaya çalışan, disipline dayalı, teorik ve pratik eğitimi içeren Alman Eğitim Sistemi örnek alındı.
1939-1954 döneminde; Köy Enstitüleri ile Sovyet Eğitim Sistemi’ne benzer bir uygulamaya yer veren, 1945 sonrasında; önce Türk Milliyetçiliğini dışlayan, gittikçe temel hedef ve amacından uzaklaşan, ne olduğu belirsiz bir modelin uygulamasına gidildi.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu
1924’te, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile tüm eğitim kurumları Maarif Vekâlet’ine (Milli Eğitim Bakanlığı’na) bağlandı.
Halkın, kimisine göre; % 2,5 kimisine göre de % 10’unun okuryazar olduğu, amaç ve kalitesi farklı, birbirine zıt düşünce mantığında insan yetiştiren, etnik-dini-mezhebi kimliği besleyen, çok başlı bir eğitim sistemiyle; ne ortak kültüre sahip bir millet inşa edilebilir, ne de çağdaş medeniyet seviyesine ulaşılabilirdi.
Çok Tartışılan İmam Hatip Okulları Konusu
Mustafa Kemal Atatürk, yaptığı bir konuşmada; “Efendiler, bizim dinimiz akla en uygun ve en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Elbette er fert dinini diyanetini öğreneceği bir yere muhtaçtır, orası mekteptir” diyordu.
Bu konuşma; O’nun, İslam dinine olan bakışı ile nasıl bir din eğitimini arzuladığını ortaya koyuyordu.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun uygulamaya konması ile medreseler kapatıldı, il bazındaki 29 Dâru’l-Hilâfeti’l-‘Aliye Medresesi de 4 yıllık orta eğitim ve öğretime dayalı İmam Hatip Okuluna dönüştürüldü.
İmam Hatip Okulu sayısı; il bazında, önce 34’e, daha sonra da 38’e kadar çıktı. Bundan sonra; okul sayısı hızla düşerken, 1930’da da kapatılmasına gidildi.
İmam Hatip Okulları; Hanefi-Maturidi çizgisinde imam ve hatip yetiştirmek amacıyla, Hanefi-Eş’ari çizgisindeki medreselerin bir alternatifi olarak açıldı.
4 yıllık orta eğitim ve öğretime dayalı bu okulların; fen bilimleri-mantık-psikoloji ve sosyoloji ağırlıklı yüklü bir eğitim programı vardı.
Din dersi veren hocaların büyük bir kısmı medrese kökenli idi. Din dersi veren hocaların büyük bir kısmının medrese kökenli olması; eğitim ve öğretim kadrosu içinde bir çatışmaya, çatışma da; bu okulların hedef ve amacı dışına çıkmasına yol açtı.
Medreseler; illegal da olsa, Doğu Karadeniz ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da varlığını korudu. Medreselerin “İmam Hatip Okullarını” bir rakip olarak görmesi; Medreselerin “İmam Hatip Okullarını” yeren bir propagandaya girişmesine, girişmesi; halkın İmam Hatip Okullarına soğuk bakmasına, soğuk bakması da; İmam Hatip Okullarına olan teveccühün gittikçe azalmasına neden oldu.
Mezunları için; öğretmenlik dışında, maddi bir istikbal sunmaması ise bu okulların sonunu getirdi.
İmam Hatip Okullarının kapatılması; din eğitimi alanında önemli bir boşluğu doğururken, farklı İslam anlayışına sahip grupların da önünü açtı.
Boşluk, 1930-1948 döneminde; Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde açılan Kur’an kursları, 1949’da da; din hizmeti görevlisi yetiştirilmesi amacıyla açılan Milli Eğitim Bakanlığı”na bağlı “imam hatip kursları” ile doldurulmaya çalışıldı. Haliyle din eğitiminin hedef ve amacı değişti, başlangıçta düşünülenden de oldukça uzaklaşıldı.
1951’den itibaren; 7 yıllık orta eğitim-öğretime dayalı, İmam Hatip Liseleri açılmaya başlandı. Buna en büyük desteği ise hayırsever vatandaşlar tarafından kurulan ve bugünün siyasetinde de oldukça bir etkinliği bulunan İlim Yayma Cemiyeti verdi.
1951’den itibaren açılan İmam Hatip Okulları; 1924’teki İmam Hatip Okullarından farklı olarak, geleneksel İslam anlayışını ifade eden Hanefi-Eş’ari çizgide, sosyal bilimler ağırlıklı eğitim programına sahip bir özellikteydi.
Zaman içinde birilerinin arka bahçesi olarak anılmaya başlanan bu okullar, ideolojisi; cumhuriyetle kavgalı, Osmanlı hayranı, antikomünist olmaktan öteye gitmeyen bir gençliğin yetişmesine de ortam hazırladı.
Baş Belası Okuma Yazma Sorununu Çözmek
Milli eğitimin birinci hedefi; halkı, okuryazar bir hale dönüştürmekti. Zira halkı okuryazar kılmadan; ne eğitimin kalitesi yükseltilebilir, ne de kültürel bir değişim ve gelişim sağlanabilirdi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, yeni ilkokulların açılmasına ve öğretmen yetiştirilmesine önem verildi.
1927 nüfus sayımına göre; okuryazar oranı, Türkiye genelinde; % 10,5, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ise; % 4’tü.
Bu, beklenen bir sonuç değildi; haliyle çeşitli tartışmaları doğurdu. Arap harfleri ile okuma yazma öğrenmenin zorluğu ise en çok üzerinde durulan konu oldu.
Bazı eğitimcilerin başarısızlığı metoda ve örgütlenmeye bağlaması sonucu; “Danimarka Halk Okulları” benzeri “Millet Mektepleri” sistemine başvuruldu.
1927-1928 yılları arasında; 3.304 adet Halk Dershanesi açılarak, 64.302 yetişkin kişiye okuma-yazma diploması verildi. Fiyasko ile sonuçlanan bu girişim de; “Harf İnkılabı” denilen, bir devrimi doğurdu.
1929’da; Arap alfabesi terkedilerek, Latin alfabesi ile öğrenime geçildi, eğitim seferberliği ilan edildi. Buna düzenledikleri kurslar ile başta Türk Ocakları, Halk Dershaneleri, Halk Evleri olmak üzere tüm resmi ve sivil kuruluşlar katıldı.
Okuryazar oranı, 1935’te; % 19,25’e, 1940’ta da; $,55’e ulaştı. Bu oran, erkeklerde; % 36,20, kadınlarda ise; % 12,92 idi.
Okul, öğretmen, öğrenci sayısında; bir artış, eğitim düzeyinde; buna oranla hızlı bir yükseliş olmuş ise de okuryazar oranında planlanan seviyeye ulaşılamadı. Bunun nedeni ise; nüfusun % 75,6’sının kırsal kesimde yaşaması, köylerin büyük bir kısmında okul olmaması, öğretmenlerin köye gitmek istemeyişi, halkın cehalet ve özellikle kız çocuklarını ilkokula bile göndermede gösterdiği direnişti.
1940’tan itibaren; tarıma elverişli geniş arazisi bulunan, şehirden uzak ancak tren yoluna yakın köylerde; köy ilkokul öğretmeni yetiştirmek, köylülere tarım tekniklerini öğretmek amacıyla; kendisine ait tarlası, bağı, arı kovanı, besi hayvanı, atölyesi olan Köy Enstitüleri açılmaya başlandı.
21 bölgede açılan, 1946’ya kadar oldukça aktif olan, köy ilkokul öğretmeni yetiştirmenin yanı sıra çevre köylere okuma yazma ve tarım hizmeti sunan, 1947’den itibaren de büyük toprak sahipleri ve liberal siyasetçilerin “bir komünist uygulama olarak” sert eleştirisine maruz kalan köy enstitüleri; 1954’te ise kapatıldı.
Köy Enstitülerinde, kapatıldığı 1954 yılına kadar; 1.308’i kadın, 15.943’ü erkek olmak üzere, toplam 17.251 köy ilkokul öğretmeni yetişti.
1980’e gelindiğinde, okuryazar oranı; % 67,48’e ulaşırken, bu oran; erkeklerde % 79,98, kadınlarda da % 54,67 idi. Sorunu kesin olarak çözen ise kırsal kesimden kentsel kesime doğru yaşanan yoğun göç oldu.
Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre Geçmek
Dünyada başarılı olmuş tüm eğitim metotlarını uygulamamıza rağmen, okuryazar sorununu çözmek için; 70 yıl uğraştık, durduk. Cehalet, bağnazlık, taassup, nüfusun kırsal kesim ağırlıklı oluşu; bunun en önemli nedeni ise de gözden kaçan şey, eğitimin Doğu toplumlarında sözlü ve görsel bir ilişkiye dayalı oluşu idi.
Batı ülkelerinde; yazılı, Doğu ülkelerinde ise sözlü kültür güçlüdür.
Sözlü kültürde; bilgisine ve doğruluğuna güvenilen bir kişi ile dinleyici bir ya da birden fazla kişi vardır. Biri anlatır, diğeri ya da diğerleri dinler; söylenen doğru kabul edilir, hiçbir akıl ve mantık yürütmeden de olduğu gibi aktarılır.
Okuma yazma öğrenmek, kitap-gazete-dergi okumak, araştırma yapmak; lüzumsuz bir iş ve gayrettir. Nasıl olsa, bir bilen; O’nun adına düşünen biri vardır; gerektiğinde de O’na başvurulur.
“Bildiğim bildik” diyen, inatçı, bağnaz, taassup içinde itibar ettiği kişi dışında kimsenin sözünü kaale almayan, okumayan, araştırmayan, akıl ve mantık yürütmeyi zül gören bir insan portresi vardır.
Böyle bir toplumu yönetmek; mevcut sosyal yapıyı korumak ile kolay, değiştirmek ile de çok zor bir iştir.
Sözlü kültürden, yazılı kültüre geçiş; devrim ile değil, sosyal ve kültürel gelişme ile mümkündür. Okuryazar oranının % 95’e ulaştığı günümüzde bile, sözlü kültürden yazılı kültüre geçemediğimize, sözlü kültürümüzün de yozlaştığına şahit oluyoruz.
Okunan gazete-dergi-kitap ve makale sayısı; yazılı kültürümüz hakkında bilgi verirken, “her şeyi bilen, ama bilmediğini bilmeyen”, görgü kurallarından yoksun, oyuncağı televizyon-bilgisayar-cep telefonunu olan okumuş, okumamışlar da sözlü kültürümüzün ne kadar yozlaştığını gösteriyor.
1938 Sonrasında Milli Bir Kültür Politikamız Yoktur
Cumhuriyetin; halkı okuryazar kılmak ve halkın ortak kültüre sahip olması gibi iki hedefi vardı. Bunun için öncelikle okuryazar oranında belli bir mesafe alınmaya çalışıldı, ardından da kültürel çalışmaya hız verildi.
Kültürel alanda bilimsel çalışma yapmak üzere, 1931’de; Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu), 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kuruldu. Bunu pratiğe dönüştürmek ve halkın iştirakini sağlamak için de Şubat 1932’de Halkevleri açılmaya başlandı.
Halkevleri ve O’nun köydeki devamı olan Halk odaları; öğretmenlerin önderliğinde; edebiyat, tarih, tiyatro, güzel sanatlar vb konularda eğitim ve kültür çalışmasına girişti.
Kapatılan Türk Ocakları örnek alınarak kurulan, Türk kültürüne hizmet etmek amacı ile kurulan Halkevleri ve Halk Odaları; 1938’den itibaren hedef ve amacından uzaklaştı.
1945’te milliyetçi düşünceyi dışlayan, Cumhuriyet Halk Partisi’nin adeta bir yan kuruluşu haline gelen Halkevleri ve Halk Odaları; 1951’de de Demokrat Partisi tarafından kapatıldı.
Bundan sonra; milli kültür politikasını yürüten ciddi bir kurum inşa edilmedi, halk; Türk ve milli kavramlarını dışlayan, dinci-liberal-sosyalist ve komünistlerin kurduğu ya da yönetimini ele geçirdiği sivil toplum örgütlerinin kültürel çalışmasına bırakıldı. Bugün; Türk Milleti kavramı tartışılıyorsa, bunun o güne kadar uzanan böyle önemli bir nedeni vardır.
İmtiyazlı Yabancı Şirketlerin Kontrolündeki Bir İletişim Sistemi
Osmanlı’dan devralınan posta-telgraf-telefon işletmesi; 601 merkez ve 87 şube olmak üzere, toplam 688 işyerinden oluşuyordu.
İstanbul ve Ankara merkezli bir telgraf hattı ve İstanbul ile 350 hatlık bir santrala sahip Samsun dışında, muntazam çalışan ya da bir telefon şebekesi bulunan bir şehir yoktu.
Çoğu İstanbul’da; 19.136 kapasiteli, 13 manuel telefon santrali vardı.
Posta-telgraf-telefon hizmeti, imtiyazlı yabancı şirketler vasıtası ile veriliyordu.
İletişim Politikası
Hedef, iletişim sistemini kontrol altına almak ve geliştirmekti. Bu; ekonomik kalkınma, iç güvenlik ve eğitim-kültür açısından büyük bir önem arz ediyordu.
İletişim sektöründe, 1923-1935 döneminde; kontrol ve yatırıma, 1935-1937 döneminde; millileştirmeye, 1950-1980 döneminde ise; yabancı ortaklık ile teknoloji transferi ve yerli üretime önem veren bir strateji izlendi.
Bir ülkede; haberleşme sistemi, yabancıların kontrolünde ise orada; yabancı istihbarat için, gizli saklı bir şey yoktur.
1924’te alınan bir karar ile imtiyazlı yabancı şirketlerin; posta-telgraf-telefon hizmetleri konusundaki imtiyazı, ABD-İngiliz-Fransız ortaklı İstanbul Telefon Şirketi muaf tutularak kaldırıldı.
İmtiyazlı Yabancı Şirketi Yatırıma Zorlamak
1924’te, telefon imtiyazı verilen İzmir Belediyesi; İstanbul Telefon Şirketi ile birlikte, 200 hatlık, manyetolu bir telefon santrali inşasını gerçekleştirerek hizmete açtı.
Uluslararası Rekabetten İstifade Etmek
1926’da, Ankara’da; ihaleyi üstlenen Ericsson firması vasıtası ile Balkanların ve Türkiye’nin, 2.000 hatlık, ilk otomatik telefon santrali yatırımı gerçekleştirildi.
1927’de, İstanbul ve Ankara’da; uluslararası haberleşmeye müsait, güçlü bir telsiz telgraf ve telsiz telefon tesisi inşa edildi.
Yabancı İle Ortaklık
1928’de, İzmir Belediyesi; Ericsson firması ortaklığı ile 1,300 hat kapasiteli, otomatik telefon santrali yatırımını gerçekleştirerek, hizmete açtı.
Avrupa ile Telefon Bağlantısın Sağlanması
1929’da; İstanbul-Ankara, 1931’de de; Birinci Dünya Savaşı öncesinde var olan hatların ıslahı ile Ankara-İstanbul–Sofya-Bükreş-Selanik ve Belgrat arasındaki telefon bağlantısı sağlandı.
Hükümetin İstanbul Telefon Şirketi’ni Sıkıştırması
1931’de, hükümet; yeni teknolojiye geçmesi için İstanbul Telefon Şirketi’ni uyardı. Bunun sonucu olarak; İstanbul’daki telefon santrallerinin bir kısmı yarı, bir kısmı da tam otomatiğe dönüştürüldü.
Millileştirme
1935’te; 14.900 kapasiteli manuel, 14.000 kapasiteli otomatik telefon santrali vardı. Bu gelişme; yetersiz görüldü, 1935’te; İstanbul Telefon Şirketi, 1937’de de İzmir Telefon Şirketi hazine tarafından satın alınarak devletleştirildi.
Teknoloji Transferi ve Yerli Üretime Altyapı Oluşturma
1967’de, PTT; iletişim gereksinimini yerli üretimle karşılamak amacı ile Kanada’nın Northern Electric Company Limited ile “NETAŞ” şirketini kurdu.
Radyo
Dünyada Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ve hızla yayılan radyo yayını, Türkiye’de; 1927’de 5 er KW güçteki Ankara ve İstanbul radyo istasyonlarının yayına geçmesi ile başladı.
Yabancı ortaklı “Telsiz Telefon Türk Anonim Şirketi” tarafından işletilen Ankara ve İstanbul radyo istasyonları, güç ve kalite itibariyle gerekli gelişmeyi gösteremedi. Bu nedenle de 10 yıllık işletme hakkı süresi beklenmeksizin, 1933’te PTT’ye devredildi.
1927’de sadece Ankara ve İstanbul çevresinde izlenebilen radyo yayınları, güç artırımına gidilmesi ile Türkiye’nin % 25’inde izlenir bir hale geldi.
İletişim Sisteminin 1980’deki Görünümü
1923’te; 14.000 olan sabit telefon abone sayısı, 1980’de; 1.147.782’e çıktı.
1927’de, sadece Ankara ve çevresinde izlenebilen radyo yayını; 1980’de, Türkiye’de ve çevresinde izlenebilen bir yayın haline geldi. Bir de buna 1968’de yayına giren renksiz televizyon dâhil oldu.
İletişim sistemi; aksaklıklar ve eksikler bulunmasına rağmen, o günün standartlarında, fazlaca geride de değildi.