Ali BADEMCİ
Biz doğduğumuzda Dünya Savaşı’nın sonu gelmiş ve artık soğuk savaş dönemi başlayarak ülkeler yeniden şekillenir olmuştu. Hatay Cumhuriyeti Türkiye’ye iltihak etmiş, bu doğrultuda yapılan plebisiti de öncelikle Aleviler ve Ermeniler onaylamıştı. Şimdi devlet politikası hâline gelen yanlış İslâmi teamüllerden ötürü ne yazık ki birçok Türkmen “Suriye” olmak içim oy kullanmıştı; elbette bunlar gaafil işbirlikçilerdi. Fakat Türkiye olunca Hatay topraklarında bizler birinci kuşak olarak hiç böyle şeyler hissetmedik ve kendimizi bir anda Atatürk Türkiyesi’nin yoğun milliyetçilik ortamında bulduk. Yeni Türkiye rejiminde sakıncalı bulunan ve Lozan’da kendilerine “150’likler” denen Refik Halid gibi birçok “Hürriyet İtilaf”çı da sürgün yıllarını Antakya’da geçirmişler; Hatay devlet ve yabancı okullarında öğretmenlik yaparak birçok öğrenci yetiştirmişlerdir. Meselâ kendisi bir memur çocuğu olan Cemil Meriç bunlardandır ve Antakya Lisesi mezunudur. Bizim hocalarımız da, bu lisan bilen veya Fransız mekteplerinden mezun olarak yüksek eğitimlerini Türkiye Bursa Muallim mektebinde tamamlayarak hoca olmuşlardı. İşte bizim hocalarımız bunlardı ve çok donanımlı, edebiyatı-tarihçi-şair insanlardı. Elbette Fransız mektebinden mezunlar, en azından işbirlikçi olan aristokrat âilelerin çocuklarıydı; ama hiç de Türkiye’deki rejimle meseleleri yoktu ve hepsi milliyetçi insanlardı. Yıllarca Antakya’da kalite bunlarla korunmuştur.
27 Mayıs İhtilâli’nden sonra köylerden Antakya’ya çok büyük Türkmen akını oldu; Nabib Neccar Dağı ve Kisecik istikametinde yeni gecekondularla dev varoşlar oluştu. Osmanlı’nın varoşu olan Şirince Mahallesi’ne birkaç büyüklükte Bağrıyanık Mahallesi eklendi ve karşı tarafta Cumhuriyet Mahallesi oluştu. Eski kayıtlarda rastlanmayan ve herhalde bir bostanlık veya bahçe mezrası olan Armutlu Mahallesi Alevî iskanı olarak tamamen Cumhuriyet devri eseridir. Dağa en akın Harbiye küçük ve metruk bir nahiye idi ve verimli delta toprakları Dağlı Türkmen âilelere aittir. Burada Hurma ağaçları Alevilerle beraber yükseldi. Yine kayıtlarda rastlanmayan Affan mahallesi sanıyoruz başka adla küçük bir Alevî mahallesi idi; fakat şehirde Aleviler’e ait tek cami bu eski yapıdır. Başka Alevicamisi yoktur, fakat bir gelenek olarak her taraf “Şeyh” türbeleri “Yatırlar” ile doludur. Affan Camii alışılmamış tarzda bir Sünni veya Bektaşi camii olma ihtimali vardır. Şimdi Antakya’da “Bektaşi” yok; 1730 Osmanlı kayıtlarında 42 hanede 252 kişi barından “Ahi Baba” mekânı herhalde burası veya bu civardadır.
Benim ilk Antakyalı’lığım Bağrıyanık mahallesinde akrabalarımız yanında başladı. Bağrıyanık dağ eteğini kurulmuş bir odalı gecekondu evlerden oluşuyordu; sanıyorum elektrik ve su yoktu. Su taşımalı olarak Şirince’den getiriliyor evlerde gaz lambaları yakılıyordu. Merkez Ortaokulu’nda okuyordum ve ev ile arası beş kilometre kadar rahat vardı. Fakat her gün eski eski ve tarihi Antakya sokaklarından geçmek gerekiyordu. İkinci sene Şirince mahallesinde bir bekâr evine taşındım ama sabahları erkenden Harbiye durağına gider on dokuz kilometreyi iki saatte gelen otobüsten anamın gönderdiği nevaleyi alırdım. Otobüs bir gün gelmediği, arıza yaptığı gün de önceki günlerden kalan ayran katılmış ve kaldığı için bozulmuş bulgur pilâvına devam! Kışları pek kar yağardı ve sarp yerlerden okula inmek için kaç kere düşmek hiçten bile değildi.
Lisede yeni Türkmen varoşu Cumhuriyet Mahellesi’ne taşındım; burası okula çok yakındı. Şimdiki “Vali Göbeği” denen meydanlık yeni yapılmış ve dev floresan lambalarla aydınlatılmıştı. Dolayısıyla artık sürekli çatlayıp masraf kapısı açan Şirince’nin gaz lambalarına da gerek kalmamıştı; şehir de burada bitiyordu, daha ötesi yoktu. Şahsen liseyi bu lambalar ve güzel aydınlık ortamında ders çalışarak bitirdim. Hocalarımız buralarda bizleri lamba altında görürlermiş de farkına varmamışız. Lise I’de Fizik hocamız Demirel’in okul arkadaşı veya yakını Hakkı Karagözoğlu’ndan 10 aldığım halde derse iki dakika geç kaldığım için ilk meydan dayağını yemiştim ama suç ortağıma hiç dokunmayarak , “Oğlum sen Reyhaniye’li ağa çocuğu değilsin sokak lambası altında ders çalışıyorsun, adam olacaksın adam.” demişti. Sonraki zamanlarda diğer hocalar ile meselâ tarihçi Osman Ramazanoğlu ve Edebiyatçı Cevher İhsan ile de senli-benli olmuştuk.
Cumhuriyet Mahallesi hep dağlı Türkmenler’den oluştuğu için, okulda ve çevrede ünlü kabadayılar da hep bu mahalleden çıkardı. Bunlar sonradan hep ülkücü oldular ama o zaman “Yılmaz Güney” özentisi içerisinde, ayakkabılarının ökçelerine basarlar ve salına salına yürürlerdi. Sinemalarda yedi film birden oynardı; biraz makaslanırdı ama sabah girdiğiniz mekandan ancak akşam çıkardınız. Bu sebeble çok arkadaşımız sinemakolik oldu ve İstanbul’a giderek “Artis” olmaya çalıştılar; fakat 1979’da İskenderun Pac’nda karşılaştığım bir arkadaşım “Soğukoluk” da “pezevenk” olmuştu. Ne ilginçtir ki bu Abdurrahman adlı arkadaş beraber okuduğumuz Orta I’de benim köy harabelerinde bulduğum antika kamayı ısrarla elimden almış o zamanlar yeni çıkan ve zenginlere mahsus yüksek model bir “Tükenmez kalem” hediye etmişti.
Biz Ortaokul III. sınıfta ülkücü olmaya başlamıştık; Düziçi Köy Enstitüsü’nden sırf demokrat partili ailenin çocuğuyum diye atılma olduğum için, o zaman ne umulduğu belli olmayan bir “Mezhepçilik”, milliyetçilik halinde kafalarımıza yazılmıştı. Hâlbuki Antakya Alevileri’nin hiçbir zaman rejim dışına çıktıkları ve Suriye’ye özendikleri görülmemiş, hatta plebisitte Türkiye lehine oy kullanmışlardı. Aksine, başta dağda olmak üzere sünnî âile çocukları grup grup ve kaçak yollardan “Araplaşmak” için Şam Medreseleri’ne giderler ve imam-hatiplik öğrenirlerdi. Eski Cumhurbaşkanımız Gül’ün de sanırım böyle bir dönemi olmuştur. Gerçi araplaştırmak için Şam’a götürülen bu Türkmen çocuklarının hepsi ülkücü ve milliyetçi şahıslar olarak döndüler.
Türkiye elbette Suriye değildi; özellikle Baas döneminde mutlak olarak Türkiye’de eğitim bütün İslam ülkelerinden pek ileri idi. Sınıflarımızda sayı olarak herhalde Alevi-Sünni eşitliği vardı da; belki ilkler biraz daha fazla olabilir. O zamanlar Hatay’da bir de İskenderun’da lise vardı; kazaya uğrarsan ya oradan buraya veya buradan oraya gideceksin; benim başıma geldi de uzun sürmedi. Alevî öğrenciler çok çalışkandı ve hep Teknik Üniversite’yi kazandılar ve çok kaliteli bir eğitim gördüler. Elbette Suriye Devleti yetişmiş insan gücü olarak bunlardan faydalanacaktı ki hep üç lisanlı idiler. Bunlar Esadlar döneminde Suriye’de ideolojiye de iştirak ederek bu köhne adamlara idare öğrettiler. Şimdi bu durumda birçok “Muhaberat” elamanı vardır ve Türkiye aleyhinde olduklarını da sanmıyoruz. Bunlarla irtibat kurmak netice itibariyle devletin işidir; fakat beni arayan böyle eski bir arkadaşa “Türkmenler’le uğraşmayın” deyip aba altından sopa gösterince “Neden yapalım onlar medeni insanlardır” dedi. Kendisin açık mesleği gazeteci ve hem Antakya hem de Lazkiye’de ikamet ediyormuş. İlgililerle de mutlak teması vardır; bizlere kadar ulaştığına göre.. Herşeye rağmen kötü yönetilen Türkmenler de şaşkın ve kafası karışık!
Demokrasi yıllarında ne medet umulmuştur; pekiyi biliyoruz ama Hatay Alevileri ile de çok oynanmıştır. Özellikle Maraş’dan sonra Hatay sanki pilot bölge olarak seçilmişti; fakat hiçbir hadise olmadı. Sol ideoloji Aleviler arasında yükseldi ama çatışmaya dönüşecek gücü bulamadı. Elbette bu işi çok güçlü eller destekledi ve o kadar da körükledi. Şimdi bizim dağlarda Aleviler mülk ediniyor ve yaylalıklar kuruyor, tam kaynaşmış bir durum var. Siyasete yoranlar var; doğruluğunu elbette başkalarının bilmesi lâzım. Hatay Belediye Başkanı da Dağlı bir Türkmen; Mahalli seçimler Türkmen-Alevi kaynaşmasını sağlamlaştırdı; çünkü Başkan yoğun olarak Alevi reylerle seçildi. İslâmcılar rahat durmuyor; eski kuyruk acılarını kurcalıyor; bir yandan da Arap Milliyetçiliği çağrıştıran “Nusayri” diye bir Amerikan elmalı şekeri somuruyorlar. Bunu Recai Kutan başlattı; şimdi değişenler sürdürüyor. Hâlbuki Aleviler de biz de bu deyimi bilmezdik; ilmi olarak da dayanağı yoktur. Alevi ideolog “Muhammed et-Tavil”ın eserine bakın, kendisi “Allavi Devleti” kurucusudur. “Ali Dibo” gittikten sonra Hatay’da sükûnet başladı; artık Reyhanlı gibi tertip senaryoları da zemin bulamıyor.
İşte bizim topraklar böyle, kalın sağlıcakla.