Dr. Hayati BİCE
Geçtiğimiz günlerde Ankara’da Türk Ocakları’nın düzenlediği önemli bir etkinlik düzenlendi. “IŞİD Kurgu mu, Gerçek mi? -Ortadoğu’da Şiddet Sarmalı ve Müslümanların Geleceği-“ konulu paneli Ankara İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Recep Kılıç yönetti. Yine hepsi ilahiyat profesörü olan Hilmi Demir, Hasan Onat ve Cemal Tosun kendilerine ayrılan kısıtlı sürelerde güncel gelişmelerin tarihî köklerini ve gelecekte ne yönde seyredeceğini tartışmaya çalıştılar.
İlahiyat camiamızın, fikirleri itibarıyla dikkate değer isimlerinden olan Prof. Dr. Hilmi Demir, IŞİD organizasyonunun felsefî kökenini oluşturan selefîlik/vehhabilik konusuna temas ederken yüzyıllara varan bir arkaplana dayanan konuyu çok kısa bir sürede özetlemenin güçlüğü ile karşılaştı. Osmanlı’nın son yüzyıllarında sürekli bir baş ağrısı olan ve nihayet 19 yüzyıl başlarında “Mukaddes Topraklar”ın Osmanlı’nın ellinden çıkması ile sonuçlanan bir süreçte ortaya çıkan ‘Suud devletinin resmî ideolojisi’ olan Vehhabîlik’in, bugünün dünyasında ifa ettiği rol, konunun anlaşılması yönünden çok önemli idi.
Bu yazımda özellikle, -otuz yılık tanışıklığımızın sağladığı rahatlığa da dayanarak- Prof. Dr. Hasan Onat’ın görüşleri üzerinde durmak, birkaç muhalefet şerhimi kaydetmek istiyorum. IŞİD’i ortaya çıkartan vasatın İslâm dünyasındaki cehalet ve bilgiyi kullanamamak olduğunu, bunun doğal sonucunun çatışma olduğunu söyleyen Onat, günümüzdeki kanlı sahnelerin çok daha ötesinde dehşet verici günlerin İslâm dünyasını ve bu bağlamda Türkiye’yi beklediği uyarısında bulundu. Onat bu uyarısını daha önce de kaleme almıştı: “İslâm dünyasında özellikle son iki asırdır yaşananlar, Müslümanları ciddi bir kimlik krizinin içine itmiştir. Bu kriz, etnik ve dinsel aidiyetler üzerinden çatışmaya dönüşmektedir. Arap dünyasında yaşananların temelinde kimlik arayışının yattığını söylemek pek yanlış olmasa gerektir.” (*)
İslâm dünyasındaki bilgi problemini, bir türlü rasyonel (akılcı) davranamamak olarak tarif eden Onat’a göre bu irrasyonel (akıldışı) yaklaşımı besleyen bir faktör de, İslâm dünyasının “sahte peygamberler”den bir türlü kurtulamamasıdır. Bu yanlış yaklaşımının Türk’ün İslâm algısındaki Hanefîlik-Matüridîlik çizgisinin akılcı tavrını güncellemekle aşılabileceğini işaret eden Onat’ın “Hz. Peygamber döneminde ne mezheb ne de herhangi bir tarikat vardı” söylemi, doğal olarak akıllara “mezhebsizlik “ olarak yaftalanan akımı getirdi. Onat, buna benzer görüşleri uzun zamandır savunmaktadır: “Din alanında tahmin edilenin çok ilerisinde bir bilgi boşluğu vardır. Her türlü dinsel bilginin “doğru bilgi” olarak kabul edilmesi, sanılanın aksine boşluğu derinleştirmektedir. Örnek verecek olursak, mezhep çatışmasına yol açan sebeplerden birisi, mezhep ve dini özdeş algılamaktır. İslâm’ı ana kaynaklarına dayalı olarak anlamaya çalışan bir insan, dinin ilahi, mezhebin beşerî olduğunu bilir. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in sağlığında mezhebin de, tarikatın da, cemaatin olmadığını, bunların sonradan ortaya çıktığını öğrenmiş olmalıdır. Bu basit bilgilere bile sahip olmayan bir kimsenin İslâm’ı bildiği nasıl söylenebilir.”
Müslüman’ın akıl ile ilişkisini rasyonel/irrasyonel ikilemi içerisine sıkıştırmanın yetersizliğini panel sonrasında Onat’a hatırlatırken, kendisine bizatihi Kur’an-ı Hakîm’de “suprarasyonel/akılüstü” dediğim bir alanın varlığını hatırlattım. (Bu konuya ilgi duyan okurlara Kuran-ı Hakîm’deki Kehf suresinin “Musa/Hızr Kıssası” olarak bilinen ayetleri üzerinde düşünmelidirler.) Bu konuyu düşünürken “Aklı kullanalım, ama hangi aklı, kimin aklını?” sorusu da çok önemlidir. İlmin “müslümanın yitiği” olduğunu görüşünü tekrarlayıp “Cehalet ve hamakat, özeleştiriyi engellediği gibi, çözümün de öncelikle din konusunda özgürce düşünebilecek kadar doğru bilgi ve birey bilincine bağlı olduğunun fark edilmesini zorlaştırmaktadır.” diyen Onat’ın, teorik bağlamda hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bu görüşlerinin pratik karşılıklarını kimin nasıl oluşturacağı sorularına da yanıt aramasını bekliyorum. Ayrıca yıllardır, bir çok ilahiyat akademisyeni, bu arada Onat ile de paylaştığım “sahte maneviyat (=pseudospiritualty) ” akımlarının ülkemizde arz ettiği durum konusunda, akademik irdelemelerin mutlaka yapılması gerektiği, aksi halde ortaya çıkan kriminal sonuçlar ve ülkemizin maneviyat ufuklarını karartan patolojik tablodan şikâyetin hiçbir faydası olmadığı/olamayacağı görüşümü -maalesef- bir kez de buradan tekrarlamak zorundayım.
Prof. Dr. Hasan Onat, “Müslümanların, her şeyin siyasi egemenlik olduğunu, din ve siyasetin birbirinden ayrılmayacağını düşündüğüne, herşeyi siyasallaştırma eğiliminde olduğuna da işaret etti. Onat’a göre, “Din dili, siyasetin ayrıştırıcı dili ile bütünleşince, Müslümanlar İslâm ortak paydasından iyice uzaklaşmaya başlamışlardır. Böylece özünde birleştirici olan din, ayrıştırmaya ve ayrılıkçı duruşlara meşruiyet kazandırmaya başlamıştır. Bu süreçte, belki de Müslümanların tarihinde ilk defa, yaşanan olumsuzluklar Şiilik, ya da Sünnilik üzerinden okunmaya ve akan kan, Sünnilik ya da Şiilik adına kutsanmaya, meşrulaştırılmaya başlanmıştır. İşin en kötü yanı, özeleştiri yapmak yerine İslâm dışı güçleri suçlayarak, sürekli ‘yeni günah keçileri’ yaratılmakta; İslâm, egemenlik hırsına ve aç gözlülüğe kurban edilmektedir. “ İslâm dünyasında ortaya çıkan tüm olumsuzlukları “komplo teorileri” ile izahın kolaycılığını bu şekilde sorgulayan Onat, bu konuda Batı ve özellikle ABD’nin günahını da küçümsememelidir. Bu konuda sadece, ülkemizde ismi iyi bilinen bir CIA görevlisi olan Graham E. Fuller’in “Demokrasi Tuzağı” kitabında Afganistan’daki Taliban yöneticilerinin bir zamanlar ABD’de eğitildiğini açıkça yazdığı satırları hatırlatmak isterim.
Son olarak Prof. Dr. Cemal Tosun’un sunumundaki bir hususa kısa bir açıklama yapmak istiyorum. Paneldeki sunumunda ağırlıklı olarak son dönemde “kafa kesen mücahit” görüntülerinin gündeme iyice yerleştirdiği ve Batı dünyasında günden güne artan İslâmofobi’den söz eden Tosun Batı’da bu konudaki ilk ciddî yayının 1997 yılında yapıldığını ifade etti. Oysa daha önce yazdığım gibi, daha 1985 yılında Afganistan’ın Özbek Türklerinden olan ve ABD üniversitelerinde görev yapan Prof. Dr. M. Nazif Şehranî, kendisi ile yaptığım bir mülakatta “İslâm korkusu (İslâmofobi) İslâm’dan nasibsiz kalma bedbahtlığıdır.” demiş ve İslâmofobi’yi bütün dünya müslümanlarını ilgilendiren bir tehdit olarak kayda geçirmişti. (**)
Ülkemizin geleceğini yakından ilgilendiren bu türden konuları, siyasî polemiklere konu edilme ötesinde akademik bir disiplinle ele alınmasının şart olduğunu belirterek noktalıyorum.
______________________________
(*)Hasan Onat’ın bu yazıdaki görüşleri, Hürriyet Gazetesi’nde 03 Temmuz 2014 tarihinde yayınlanan makalesinden özetlenmiştir.
(**)Prof. Dr. M. Nazif Şehranî ile 1 Eylül 1986 tarihinde yapmış olduğum röportajın linki: http://hayatibice.net/?p=1431