Diyarbakır’da, tam manası ile “devlete, millete, birliğe, kardeşliğe ve değerlerimize” meydan okuma olarak adlandırabileceğimiz alçaklık bana askerde iken tuttuğum bir günlüğü hatırlattı. Oradan yaptığım derlemeyi tarihe bir kez daha şerh düşmek için paylaşmak istedim:
“1995 yılıydı.
Askerlik gelmiş ve biz gönüllü olarak denizci çıkan kuramıza rağmen Şırnak yolunu tutmuştuk.
Foça’da birinci olarak bitirdiğim komando kursu ve diploma töreninde Osman Öztunç’un seslendirdiği “Mehmet’im” şiiri ile başlayıp “Leke” ile bitirdiğim konuşmanın ardından Hacı yüzbaşının on dört yıldır göğsünden çıkarmadığını söylediği komando brövesini bana takışı. İlk uçak yolculuğunun ardından ulaştığımız Şırnak ve işte arkamda Gabar, önümde Cudi.
Bir- kaç ay sonra çıktığımız Cudi dağı intikali… Daha ilk intikalde mayına basan bir askerim, Cudi dağında karla kaplı arazide kurduğum mahzen. Mahzenin içinde Ocaklarımızı süsleyen tablolar…
Ve bütün taburun “Cudi Ülkü Ocakları” dediği mahzenimizden her operasyon öncesi Cudi dağını inleten “Ülkü Yemini” Cudi Dağı’ndaki yaşananlar, uzayıp giden şehit kervanına eklenen esirler, pusular, mayınlar, çatışmalar…
Ayrı bir başlık açılacak kadar hızlı ve farklı yaşanan Cudi…
Yaşananları özetleyebilecek nitelikte bir Cudi Günlüğü ile meseleyi değerlendirelim.
…
Saat 12’ye geliyor. Sabaha kadar süren bir gece yarısı operasyonunun yorgunluğunu bulutlara elimi uzatarak çıkarmaya çalışıyorum. Gün yeni başlıyor. Daha doğrusu gün hiç bitmiyor ki. 24 saatin her dakikasında mutlaka birileri görev başında.
Eğer, kartalların yuva yapmaya korktuğu bu yalçın kayalıklarda rahat rahat bir şeyler yazabiliyorsam, askerinkine göre biraz lükse(!) kaçan ama, onlarınki gibi biti, örümceği, faresi, çekirgesi ve daha adını bilmediğim enva-i çeşit mahlukatı eksik olmayan mahzenimde bilmem kaçıncı defa kurutularak demlenen çayımı yudumlayabiliyorsam, biliyorum ki bütün stratejik noktalar tutuluyor.
Hakeza dün gece istirahata çekilip aklına hiçbir şey gelmeden uyuyanlar da benim 1701 rakımlı tepede pusuda olmamın rahatlığı ile hareket ediyorlardı. Veya sabahın ilk ışıklarından öğle vaktine kadar uyuyamasam da taştan ranzamda uzanmam mevzilerin tutulmuş olması sayesindedir.
Bütün bu delilikler ne için yapılıyor?
Elbette iman ettiğimiz değerlere karşılıksız duyulan bir sevdadan dolayı…
Ama, Ankara’nın göbeğinde Türk bayrağı yerlere atılıp çiğnenir; İstanbul’da orak çekiçli, kızıl yıldızlı ve üniformalı teröristler resmi geçit yapar… Şehrin göbeğinde gözler önünde polis dövülür, devriye arabasına roketli saldırı yapılır. Bu hainlere birileri “Dur” deyince insan hakları devreye girer.
Bu insan hakları ne menem bir şeyse; dağ başında pislik, susuzluk, hastalık içinde vatan için pusulara çıkan, kar-kışta mevzi nöbeti tutan, şahinlerin uçmaya cesaret edemediği yerleri yol yapan Mehmetçiğe hiç uğramaz.
Ve birileri büyük şehirlerin lüks otel lobilerinde teröristlere mersiyeler yazarlar.
Bunları neden yazıyorum? Terörün bittiğini söyleyenlere, Cudi Dağı’ında tim komutanlığı yapan bir asteğmen olarak bir gerçeği ifade ediyorum.
Terör bu anlayışla bitmez. Buralarda can veren, gözünü kırpmadan şehadete koşan bu yiğit vatan evlatlarının verdiği kutsal mücadele ancak eşkıyanın bir gözünü çıkarır. Ama diğer uzuvları ayakta duruyor. Benim burada öldürdüğüm köylü Memet ağanın kandırılmış cahil çocuğu veya üç- beş satılmış köpek.
Terörün aslı mecliste… Terörün aslı devletin içinde. Onlar yok edilmeden ne terör biter ne de şehitler kervanının sonu gelir?”
…
Evet. O yazının üzerinden tam 18 yıl geçmiş. Bu zaman zarfında da köprünün altından çook sular akmış.
Terör örgütü meşrulaştırılmış, teröristler aktiviste dönüşmüş, örgütün elebaşı barış elçisi olmuş…
Ve en acısı at izi it izine karışmış, birliğe, kardeşliğe, bayrağa, imana kurşun sıkanların putu dikilip, açılış düzenlenir olmuş.
İçimden gelmiyor bir şeyler yazmak…
Herhalde kalem astıran anlar böyle tezahür ediyor…
Ama, o tuzağa düşmeyeceğim. Allah müsaade ettiği müddetçe, Allah için yazmaya devam edeceğim YAŞASIN DEVLET YIKILSIN DÜZEN diyerek.