Ne yazık ki İslâm tarihçileri, Hz. Muhammed sonrası için önümüze Türk insanının kültürel ve sosyal yapısını çözecek anlaşılabilir eserler koyamamışlardır. Mevcut izahlar aşırı derece kavram kargaşalığına gömülmüş veya âdeta felsefenin derin anlatımları içerisine gizlenmiştir. Bunları anlayabilmek için çeşitli dallarda uzmanlaşmak veya sağlam bir “İlâhiyat” eğitimi almak şarttır. Tek başına dinî hâdiselerin tarihini bilmek meseleyi halletmeye yetmiyor. Yüzlerce ıstılahı çözmek ve bunları anlamlandırarak tarih ile örtüştürmek bir hayli ağır ve herkesin yapamayacağı bir ameliyedir. Arapları ve hatta Farsları çok iyi bilememem ama 1434 yıllık İslâm Tarihi’nin, son 1000 yılında Türk Irkı’nın İslâmiyet içinde pek faal görev aldığını, ifade etmeseler dahi hemen hemen bütün İslâm tarihçileri kabul etmektedirler. Nedense İslâmiyet’in ilk muhatabı Araplar, Türklerin duhulüne çok ehemmiyet vermezken, bunlara dayanılarak yazılan eski medrese ve yeni akademik çalışmalar da, Türk tarih bilgisinden fazla yoksun olduklarından elimizde bulunan çalışmalar pek kuru ve ilgi çekici olmayıp, hatta günümüz insanını bilgilendirici olmaktan çok uzaktadır. Tabii olarak bunların istisnaları vardır, lâkin bir elin parmakları kadar sayıları azdır. Dolayısıyla İslamiyet’i çok iyi anlamayan, ya cami kültürünün hamaset ihtiva eden bağırıp çağrışıp, hatta ağlatan anlatımları ile, tamamen Arap tefekkürü taklidi olan güya “Akademik” dar kalıpların içine sıkışmışızdır. Esasında İslâmiyet hâlâ bilgi toplumu olmanın dışında, bilgisayar yerine “rahle tedrisi” ile öğretilmektedir.
Bu sebeple, son yıllarda ortaya çıkan “Türk-İslâm Sentezi” görüşünün bir türlü ilmî bir izahı yapılamamış, hiçbir şekilde içi doldurulamamış ve bunun sonucu olarak siyasî bir slogan olarak bile özelliğini kaybetmiştir.
Böyle önemli bir tanımı gazete yazıları ve birtakım izafî anlatımlarla tanımlamak mümkün değildir. Esasında “Türk İslâm-Sentezi”, tamamen birbirinden farklı olan Türk ve ilk İslâm toplumlarının sosyal ve tarihi yapılarını sağlam bir analizden geçirip müşterek ve ayrı yönlerini ortaya koymadıktan sonra sağlam sonuçlar elde etmek mümkün değildir. Şurası bir gerçektir ki İslâmiyet öncesi Türk ve Arap toplumlarının sosyal yapısında, cemiyetin teşekkülünde, barış ve kavga sebeplerinde, kavim ve kabile mücadelelerinde, ”İlâh” anlayışlarında en ufak bir müştereklik söz konusu değildir. Belki yaradılıştan bu yana insanların “İnanç” arayışlarının dışında bir benzerlik de bulamazsınız. Bugün mukaddes terimler olarak takdim edilen bazı Arapça ıstılahların, bu dilin terminolojisinde hiç de iyi anlamlara gelmediğini çok iyi bilmekteyiz. Tabii olarak bunları tekrar edip ortaya dökmek, hele hele şarkiyatçıların bir hastalığı olarak İslâm’a mal etmek son derece yanlış olduğu gibi, Arapların başına kakmak, gözlerine sokar gibi hiddetlenmek de, çok doğru bir ifade şekli değildir. Bunda İslâm’ın hiç kusuru olmadığı gibi Arapların dahi kabahatli olduğunu ima etmek bile yanlıştır. Çünkü böyle kültürel sonuçlar, toplumların ve hele hele fikirlerin isteyerek ortaya koyduğu şeyler değildir.
“Asr-ı Saadet”e kimsenin bir diyeceği yoktur. Şüphesiz ki İslâmiyet de, Hz. Muhammed de ilahi bir gerçektir. Lâkin “Terörizm”in geçerli bir usul halinde benimsendiği “Hûlefa-i Raşidin” ile “Emeviler” devrini çok sıhhatli bir sorgulamaya tabi tutmak şarttır. Halife Ebubekir bir tartışma sonucu, fakat eceli ile ölmesine karşılık son üç Halife katledilmişlerdir. Hz. Ömer Hristiyan veya Zerdüşt (644), Hz. Osman kendi evinde bir gurup asi (656), Hz. Ali ise Küfe camiinde namaz kılarken bir “Harici”(661), tarafından öldürülmüşlerdir. Bu hareketlerin İslâm’da “Terör”ün metot olarak seçilmesinden başka ne anlamı vardır? Bugünkü Kaide’den ne kadar farklıdır? Geçmiş zaman terörizminde genellikle İslâm’ın muhatabı Arapların dışında hiçbir İslami unsur müdahil olmamıştır.
Osman’ın zamanında Cemel ve Sıffîn Savaşları, bize ne anlatmaktadır? Bu savaşların bir sonucu olarak “Tahkim” nedir? “Tahkim” güya Hz. Ali ile Muaviye’nin “İtidal”de anlaşmasıydı. Fakat durmak bilmeyen ve tamamen İslâm’ın dağılmasına yönelik hile, desise, çarpıklık Emeviler iktidarı ile tamamen yok oluşun alâmeti, işareti olan “Arap Irkçılığı”nın tezahürü ile sonuçlanmıştır. Hz. Ali’nin “Tahkim”e uymak ve itidalli davranış sergilemesine karşılık silâhla karşılık vermenin şart olduğunu savunan ve adına “Haricilik” denen görüşleri de, şüphesiz aynı pencereden görmemiz lâzımdır. Aynı zamanda ortaya çıkan “Sebeiyye” ise ilk “ŞiΔ görüşleri doğurmuştur. Böylece bunların karşısında “Sünnilik” kendiliğinden oluşmuştur. Meselenin bu yüzünü görürsek, gerçek “Sünnî” Muaviye değil, Hz. Ali’dir. Bu kıyas yolu ile ortaya çıkmış bir görüş değil hakikatin ta kendisidir.
Ne yazık ki o zaman Arap Müslümanlarının çoğuna bunu kabul ettirmek mümkün olmamıştır. Şimdi de “Sünniler”in Muaviye taraftarı olduğu sanılarak lanetlenen Muaviye’nin oğlu Halife ”Yezid”in şahsında, Emevi ayrılıkçılığı ve sapıklıkları çok büyük bir hata olarak “Sünni İslâm”a mal edilmektedir.
Muaviye zamanının ilk ayaklanmaların bir kısmı, her ne kadar “Hariciler” tarafından ortaya konmuşsa da, sonraki yıllarda başta “Kerbelâ Faciası” olmak üzere İslâm’ın dağılmasına yönelik hareketlerin tamamı “Şiilik” ile alâkalıdır. ”Şiâ” içerisinde “Tevabbun-Mürcilik-Keysaniyye” gibi fırkalar da o devrin ürünüdür. Benzer Harici veya Şiî daha bir sürü Arap Fırka sayabiliriz. Dolayısıyla Hulefa-i Raşid’in devri dâhil Emevi Hilafetinin sonuna kadar (750) İslâmiyet’in tam bir dağılma süreci yaşadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Emeviler devrinde, bugün “Sünni” olarak adlandırılan zümrenin çok hareketli olduğunu göremiyoruz. Zaten terörizm ve ayrılıkçı hareketler, Müslümanları tefekkür bazında bölmeyi ve birbiri ile çarpıştırmayı başarabildiği iddiaları, sadece bir varsayımdan öteye gitmez. Aklı başında bir din adamı ne kadar “Sünni” olursa olsun, mutlaka “Şiilik”in bir köşesinde vardır; ne kadar Şii olursa olsun kesinlikle Sünni bir yanı bulunmaktadır. Yazık ki Arap Irkçılığı hâkimiyetinde bundan başka gönüllerimizi ferahlatacak tespit yoktur.
Türk Irkı üzerinde yaygın bir İslâm Mezhebi olan “Hanifiliğ”in kurucusu olan İmam-ı Âzam’ın (699-767) hiçbir şekilde Emevilere meyyal olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi şiddetle karşıdır. Çünkü kendisi bir büyük bir âlim olarak “Arap” dahi değildir. Gerçi Kufe’de doğmuştur ama atalarının Türkistan’da Tirmiz ve İran’da Enbar-Nesa gibi Orta Asya’da Müslüman olmayanların dahi tahsile geldiği, özelliği olan bir bölgede yaşamış olduğu iyice bilinmektedir. Yaş sırasına göre diğer Sünni İmam Malik (711-795), Yemenli Arap bir ailedendir. İmam Şafii (767-820), Arap Kureyş kabilesindendir. İmam Hanbel ise (780-855) Arap Haşimoğullarındandır. Bunlar yaşadıkları zamanın en büyük İslâm alimlerinden olmaları sıfatı ile hiçbir şekilde “Emeviye” taraf oldukları söylenemez. Dolayısıyla Emevi Halifelerini hiçbir şekilde “Sünni” imamlar olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Tabii olarak küçük ayrıntılar ve istisnalar bu çizgiyi ortadan kaldırmaz. Bu devri İslam’da tam bir terörizm devri olarak adlandırıp bu şekilde çalışmamız gereklidir. Orta Asya’da Maveraünnehr gibi İslâmiyet’e yeni giren bir takım Türk ve Tacik unsurlarda Emevi yanlısı görüşler olsa da, sonradan “Cehmiyye” gibi Şii cereyanlara kapılmışlar fakat netice olarak bugünkü gibi Emeviye ile alakası olmayan “Sünni” İslâm’da demirlemişlerdir. Hiçbir görüşe katılmayanı ve akıl ile yol arayan “Mutezile”yi bile aynı şekilde değerlendirmek sanırım çok doğrudur.
İnşallah bir gün de Türklerin duhul ettiği Abbasiler dönemine böyle bir makale boyutunda çalışırız. Tabii olarak bunlar bizim şahsi görüşlerimizdir. Hiç kimseyi ve hiçbir kurum ile “Fırka”yı da bağlamaz.
Esen kalın.