Son 25 yıldan beri Ahmed Yesevî hakkındaki yayınlar pek artmıştır. Şüphesiz ki vakî tartışmaların kültürümüze sayılamayacak kadar faydaları vardır. Fakat Anadolu kültürüne yapışık olan abartılardan da bir ölçüde imtina etmek lâzımdır. Maalesef bizde “Sünnî” olarak bilinen muhafazakâr çevreler de, kışkırtıcı “Sol”un her türlüsü ile, sırf muhalefet yapmak için oynayan ve daha modern fikir ve düşüncelere sahip olması gereken “Aleviler” de, ifrat ölçüsünde tamamen temelsiz fikirler ileri sürmektedirler. Pek değer verdiğim Alevi dostlarımın hemen hemen Mustafa Kemal de dâhil “Alevî” yapmadıkları kimse yok. Belge Atatürk’ün babasının adında 12.İmam “Rıza” adı geçiyormuş! Mukaddesatçılara gelince onlara göre “Yezid” bile Sünnîdir. Bu afaki görüşleri artık bırakmak ve Türk Milleti üzerinde oynanmak istenen oyunlara karşı pek uyanık olmak gerekirken tamamen “Abesle iştigal” kafaları bulandırmaktan başka işe yaramamaktadır.
Sufî Ahmed Yesevî ile ilgili yayınlar artınca aynı spekülasyonlar bunun üzerinde de sürdürülmektedir.
Bugünkü Türk Dünyası’nda maalesef iki Yesevî vardır. Alevisi olmayan Türkistan’da karşımızda “Sünnî” Yesevi dururken, Anadolu ve Orta Doğu’da tam tersi bir durum söz konusudur. Yıllar önce Şehabettin Tekindağ’ın öne çıkardığı tam anlamıyla “Osmanlıcı” bir yaklaşımla Hoca Ahmed’in bizim Karamanlılara beddua ettiği husus da, kaynak gösterilen Zeki Velidi’nin tezine göre Türkistan’da böyle konuşuluyormuş! Karamanlılar ile komşu oldukları rivayet edilen Hoca’nın sütlü ineği ile oğlu İbrahim’i güya bunlar öldürmüş de, beddua yemişler.
Anadolu’nun sosyal yapısını bilmeyen Taşkentli ve Kazanlı dostlarımız da, mal görerek “Mağribi”ye dönmüşler.
Hâlbuki Hoca hakkında bu kadar detaylı bilgilere sahip olmadığımız gibi doğru dürüst doğum tarihini bile bilmiyoruz. Türkiye’de yıllardan beri varlığını bildiğimiz halde son 20 yılda tanıştığımız “Hikmetler” dahi böyledir.
İşte; yeni yeni “Hikmetler” divanları çıkıyor ve “Büyük Sufî”yi de yeni yeni tanımaya başlıyoruz. Tabii olarak bu “Hikmetler” Hoca’nın kaleme aldığı metinler olmadığı için onların da güvenilirliği tartışmalıdır.
Hoca Ahmed Yesevî zamanımızdan 9 asır önce bugünkü Taşkent’in kuzeydoğusunda bulunan eski adı Sayram, bugünkü Ispicab şehrinde doğup Sir-derya Havzası’ndaki Yesî, yani bugünkü Türkistan şehrinde 1166-1167 yıllarında hakkın rahmetine kavuşmuştur. Bize Hoca’yı ilk olarak “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”da (1918) Üstad Fuat Köprülü tanıtmıştır. Bu eserde serdedilen görüşlere göre Hoca Ahmed tam bir sünnîdir.
Karahanlılardan Özbeklere kadar Türk tarihinin Türkistan’da geçmiş İslâmî yıllarını gözden geçirdiğimizde, zaten başka türlü düşünmek mümkün değildir. Lâkin Üstad Köprülü sanıyorum 1940’larda fikir değiştirerek İslâm Ansiklopedisi’nin birinci cildine yazdığı “Ahmed Yesevî” maddesinde bu görüşlerini tamamen değiştirerek, değişikliği de itiraf etmek suretiyle, Hoca’nın “Türk Halk Müslümanlığı”nın kurucusu olduğunu ifade etmeye çalışmıştır. İşte bulunduğumuz nokta budur ve bu hususun tartışılması gereklidir. Prof. İrene Melikof bu görüşleri biraz daha açmış ve öğrencisi Prof. A. Yaşar Ocak ise hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde meseleye doğru ve değişik boyutlar kazandırmıştır.
Ocak’a göre, Ahmed Yesevî klâsik anlamda Sünnî” değil “Heteredoks” bir Sufî’dir. Eğer “Ortodoks” nitelemesinden “Sünni İslâm”ı anlıyorsak, ”Heteredoks Sufizm” “Alevilik” değildir. Ocak’ın ifade ettiği Köprülü açıklamalarının sonucu olan “Türk Müslümanlığı”dır. Ahmed Yesevi’nin Yusuf Hemadani’den gelen ve Necmeddin Kübra ile devam eden “Sünni” görüşlerini “Nakşibendilik”e bağlayıp, ”Arslan Baba” ile Hacı Bektaş’a kavuşmak bizi çok sağlam sonuçlara götürmez. Arada kalan Haydarilik, Melâmiye, Kalenderiye, Vefailik, hatta Bayramilik gibi disiplinlerin mutlaka nazara alınması şarttır.
“Sünnilik”in bir “Şehirli İslâm” olduğu görüşleri de yeni olmasına rağmen üzerinde mutlaka çalışılmalıdır. Hatta “Alevi ve Bektaşi” ayırımını da iyi yapmak lâzımdır. Çünkü bunlar temel görüşlerdir. Yunus istediği kadar şiirleri ile öne çıkarılsın ona speküler ölçülerde “Alevi” demek mümkün değildir. Hacı Bektaş da öyle. Bu zatın görüşleri ne kadar “Baba İlyas Horasanî”ye dayandırılırsa dayandırılsın tarihi süreç içerisinde Anadolu-Balkanlar-Suriye-Mısır’da Alevi’den çok “Sünni” taraftarı vardır.
Sık-sık karşılaştığımız sorulardan biri de “Kürd’ün Alevi’si var mıdır?”. Mutlaka vardır; bu işi millet milliyet ve ırk seviyesine indirgemek oldukça yanlıştır. Yani onlar bu nitelemeyi kabul ediyorlarsa söyleyecek bir şey yoktur. Yıllardan beri Türk olduklarını kabul etmeyip “Alevilik”e bürünüyorlarsa veya birçoğu Sünnî-Nakşi ise ne yapalım! Melikof Anadolu’da yaptığı saha çalışmalarında birçok yerde “Kürd” adınının küçük hane “Tahtacılar”ın yaşadığı bölgelerde “Alevi” adı karşılığı kullanıldığını ifade ediyor. Cevdet Paşa’nın “Tezakir”inde “Türkmen Ekradı-Etrakı Ekrad” gibi deyimler var. Bunlar birer karışıklık değil esasında berraklık ve açıklıktır. Esaında Anadolu’daki Sufî hareketlerde Ekrad her zaman kuvvetlinin yanında olurken “Etrak” aklına yatan istikamette gitmiştir. Gözden kaçırdığımız en önemli husus budur. Bu coğrafyada Selçuklu ve Osmanlı gibi birbirinin devamı olan iki güçlü “Sünni” oluşum ile aynı pencereden görmemiz gereken “Memluk” yılları sebebiyle Ekrad’ın büyük ölçüde “Sünnî” olduğunu iyice biliyoruz. Bu sebeple Anadolu Sufiliği veya Sünniliğinde Kürtleri bu müşterek kültürün bir parçası olarak değerlendirmek şarttır. Siyasi telâkkileri bir tarafa bırakmak lâzımdır.
Mevzuu bu kadar dağıtmamıza rağmen bu şartlar altında Hoca Ahmed Yesevi’nin bugünkü, daha ziyade siyasi olan nitelemeler karşısında “Alevi” olduğunu söyleyebilir miyiz? İslâmcılar istediği kadar “Türk Müslümanlığı olur mu” diyerek “Kutuplar”a sarılıp kutup kutup olmamızı teklif etsinler, kendimizi gerçek ölçülerle ifade etmenin zamanı geçmektedir.. Hiçbir Türk insanı “Arap Müslümanı” olmak zorunda değildir. Elbette Araplar din kardeşimiz ve 1000 yıllık müşterek bir tarihimiz vardır. Aynı şeyleri Farslar için de söyleyebiliriz. Lâkin kültürlerimiz birbirinden farklıdır. Mevlâna örneğinde olduğu gibi insanımız severek ve isteyerek bu milletlerin dilleri ile şiir yazmış ve tefekkür yaratmıştır. Muhiddini Arabi, İbni Haldun bize itici gelmez. Lâkin hiçbir Arap’ın veya Fars’ın Ahmed Yesevi veya Hacı Bektaş Veli’ye, onların düşünen adamlarına bizim verdiğimiz değer kadar kıymet atfetmediği bir gerçektir. Hatta Mevlâna’nın etki sahasında bulunduğu Fars kültürü sebebiyle Türkmenleri çok sevdiği de söylenemez. Ama Hz. Mevlâna bizim her şeyimizdir. Onun Moğol Şamanizm’i karşısındaki durum ve tutumunu mensup olduğu milleti korumak için yaptığını düşünürüz.
Sağlıcakla kalın.