Hayatıma yön veren en büyük kaynak tarihte örnek almış olduğum kişilerin ne zor şartlar altında mensubu oldukları toplumlar için vermiş oldukları mücadelelerdir. Bu kutlu insanlar kervanına girenler arasında elbette peygamberler, sahabeler ve Türk büyükleri vardır.
Bu kut almış insanlara bir bakın hepsinin ortak noktaları vardır. Özellikle azim ve heyecanlarının ölümlerine kadar hep var olmasıdır. Yeri geldiğinde yalnız ve sahipsiz kalışları ve buna aldırmayıp “Allah var gerisi önemli değil” diyerek davalarına sımsıkı sarılmaya devam ettikleri görünür. Bazılarında ise lider vasfı alenen mevcut ve kitleleri yeri geldiğinde arkasından sürüklemektedirler, hem de uçmağa varmalarına rağmen.
Hiç bir davanın ya da misyonun liderliğini yapanların ismiyle anılmasını kabul etmemişimdir. Sebebi ise insanoğlunun fani, milletlerin ve davaların ebedi oluşunda yatmaktadır. Örneğin Atatürk milliyetçiliği gibi isimlendirmeyi çok art niyetli bir kavram olarak kabul eder ve Atatürk’ün tarihte örnek alınması gereken büyük bir Türk milliyetçisi olduğunu kabul etmekteyim.
Bir davanın ya da misyonun liderliğini yapanların ismiyle anılmalarını kabul etmeyişimin bir başka sebebi ise liderlik yapan şahsı sinsi ve bilinçli bir biçimde tartışmaya açma gerekçelerinde yatmaktadır. Bu sebepten 4 Nisan 1997 tarihine kadar gönlümü vermiş olduğum ülkücü dünya görüşüne ve onun Başbuğ’u Alparslan Türkeş beyin yoldaşı olarak hiç bir zaman kendimi Türkeş’çi olarak tarif etmemiştim. Hatta kendilerini Türkeş’çi olarak lanse edenleri ikaz etmeyi de kendime bir görev olarak görmüştüm.
Özellikle 12 Eylül 1980 ve 4 Nisan 1997 tarihleri arasına bir bakalım. Türk milliyetçilerinin tarihten almış oldukları ilham ile o Türk devine “Başbuğ” ünvanını taktıkları şahsın o zor dönemlerini göz önüne getirelim. İdamla yargılanması, yıllarca süren zindan zamanı, yapılan onca iftiralar yetmezmiş gibi kendini dev aynasında görüp ona ihaneti kendine görev bilenleri hatırlayalım. “Türkeş’siz Türk Milliyetçiliği” diyerek kutlu hareketin içine fitne ve fesat sokanları şöyle bir göz önüne getirelim. Hele bir de bunların içinde gaza gelip Başbuğ’un karşısına lider alternatifi hülyasıyla çıkanları da göz önüne getirelim. Birilerinin oyununa gelip karanlık gölgelerin altında kendini lider ilan edenleri unutmayalım. Hareket’i terk ettikleri halde milliyetçi – ülkücü olarak kendilerini bulunmaz hint kumaşları gibi görenleri ise hiç unutmayalım. İşte bu sebepten 4 Nisan 1997 tarihine kadar kendimi hiç bir zaman “Türkeş’çi” olarak takdim etmedim. Alparslan Türkeş benim için bir Başbuğ ve Türk’ün ruh köküne gönül vermemin en önemli sebebidir. Aynı zamanda Türk milliyetçilerinin ve ülkücülerin yegane liderlik mevkisinde oturan şahsiyetti. Kendime Türkeş’çi diyerek liderliği isme indirip sözde alternatif liderlere açık kapı bırakamazdım. Hareket’in 4 Nisan 1997 tarihine kadar tek bir lideri vardı o da Başbuğ Alparslan Türkeş’ti.
Başbuğ Alparslan Türkeş 4 Nisan 1997 yılında her canlının tadacağı gibi ölümü tatmıştı, geride ise gözyaşlarına boğulmuş koca bir Türk Dünyası bırakmıştı. Ve işte o andan itibaren benimde Türkeş’çiliğim başlamıştı. O tarihe kadar kendimi Türk milliyetçisi – ülkücu olarak görürken Türkeş’çiliği de onun vefatıyla artık kabul görmüştüm. Artık bana herkes Türkeş’çi diyebilirdi, ne de olsa birilerinin kendini dev aynasında görüp liderlik taslaması ile bilmem şucu buculuk yapamazdı.
Gitti Başbuğ Türkeş ama davası, yani Milliyetçi – Ülkücü Hareket’in kervanı dimdik ayakta ve yol almaya devam etmekte. Ayakta ama dün Başbuğ’un döneminde olanları da elbette unutmamak gerekir. Bugün aynı oyunlar tekrar oynanmakta ve buna çok dikkat edilmeli. Dün teşkilata, davaya ve lider’e nasıl sahip çıkıldıysa, bugün aynı samimiyet ve bağlılık gösterilmelidir. Ülkücü iradenin Lider olarak gösterdiği şahıs Başbuğ’un emaneti Milliyetçi – Ülkücü Hareket’in Lider’idir. Başbuğ’mun döneminde çatı ve lider nasıl belli ise, bu bugün de böyledir.
Dün Başbuğ’a her türlü ihaneti yapanların akıbetleri nedir acaba? Dün “Türkeş’siz Türk Milliyetçiliği” diye onun bunun kucağında gezenler bugün acaba ne iş yaparlar? Sormak ve soruşturmak lazım. Kin, nefret için değil! Sadece oyuna gelmemek için bunları ögrenmek ve bilmek lazım.
Evet, Türkeş’çiliğim 4 Nisan 1997 tarihi ile kabulümdür. Bir 4 Nisan daha geride kaldı. Sadece Hollanda’da yirmibeş’in üzerinde yerleşim yerlerinde anma programları düzenlendi. Hatimler indirildi, dualar okundu. Dilerim Başbuğ Alparslan Türkeş’i sadece 4 Nisan günlerinde değil, yılın her gününde hatırlar ve onun o kutlu dünya görüşünü yaşar ve yaşatabiliriz.
Başbuğ’umu tekrar rahmetle anar, Türkeş’çi olabilmenin gururunu yaşadığımı belirtmek isterim. Türk’ün tarihini bütün olarak ele alırken, o tarihi Başbuğ’umda görmekteyim. Ona sadakatı , emanetlerinin yaşatılmasını bir görev olarak kabul ederim.