Son zamanların en çok kullanılan tabirlerinden biri de “algı yönetimi” kavramıdır. Aslında 21.yüzyılın savaşı psikolojik operasyonlar üzerinden gerçekleştirilen algı yönetimleri ile yürütülmektedir.
Avrupa ve Amerika’nın, kontrol altında tutmak istedikleri ülkeler üzerinde 100 yılı aşkın bir süredir uyguladığı bu metot ülkemizde de hakim güç tarafından sürdürülen bir yöntem olarak karşımıza çıkalı uzun bir zaman olmuştur.
Erol Güngör hocanın Türk Kültürü ve Milliyetçilik kitabının girişinde ifade ettiği inkılapçılar, ardından Nurettin Topçu tarafından ortaya konulan pragmatist ve pozitivistler, nihayet son zamanlarda uygulama sahasına giren demokrat Müslüman şeklinde tanımlanan erk sahipleri ülkemiz üzerinde, başta belirttiğimiz “algı yönetimi” yaklaşımlarını sergilemektedirler.
Peki bu yönetim nasıl gerçekleştirilmektedir?
Bir yazımızda “Kavramlara yüklenen anlamlar masum değildir.” Demiş ve son 10-15 yıldır sözde aydınların, yazarların, gazetecilerin inceden inceye hafızalarımıza zerk ettiği “Türkiyelilik, açılım, akil adamlar, özerklik, İmralı canisi yerine sayın vb.” pek çok söylemle tanıştık. Hemen hemen hepsine ilk başta toplumca tepki gösterilse de zamanla tepkinin dozu düştü ve bu ifadeler doğal kavramlara dönüştü.
Ergenekon” kavramı, ilk olarak Can Dündar ve Celal Kazdağlı’nın, Show TV‘de yaptığı 40 dakika adlı programın devletin içindeki yasadışı yapılanmaların tartışıldığı 7 Ocak 1997 tarihli bölümünde dile getirilmişti.
Daha sonra savcı Zekeriya Öz tarafından 86 sanıkla 25 Temmuz 2008’de başlayan “Ergenekon” kavramı, tarihimize Ergenekon Destanının ardından bir kez daha girdi.
Adı neden Ergenekon’du? Mesela “derin yapılanma, çeteleşme, gizli örgüt vb” denilmedi de “Ergenekon” denildi. Üstelik dene ile saman birbirine karıştırılıyordu.
Ergenekon Destanını hatırlayacak olursak, düşmanlar tuzak kurup Türkleri esir edince kaçan iki Türk eşleri ile bir vadiye yerleşiyordu. Vardıkları yere ad verişleri destanda şöyle ifade ediliyordu:
Türkler’in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı’ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye ”Ergenekon” dediler.
Ve yılları kucaklayıp gelen Ergenekon anlayışı, mazi ati köprüsünde bir medeniyet felsefesi ile örtüşür olmuştu. Türkler, Ergenekon deyince tarihsel bir simge anlıyordu.
Ziya Gökalp’in:
“Ergenekon yurdun adı
Börteçine kurdun adı
Dört yüz sene durdun, hadi!
Çık ey yüz bin mızrağımız” dizeleri hafızalarımıza kazındı.
Ama bu kavramların hepsi “Ergenekon” adı verilen dava ile unutuldu, unutturuldu.
Galiba şimdi sıra tarihi yeni bir ögeye geldi. Evet ötekileştirilip anlam kaymasına uğratılması gereken yeni ifademiz, Ötüken.
Türklerin yeryüzünde ilk var olduğu mekan olarak kabul edilen Ötüken, hem de o ifadeyi en son ağzına alabilecek Murat Karayılan tarafından2011 yılında kullanılmış olması da gözden kaçmamalıdır.
Daha önce yazmıştım. Evet Türkiye’de paralel bir tehdit vardır ve onun adı PKK-Kck yapılanmasıdır.
Milli ve ahlaki esasları ilke edinen herkese düşen ise “Ergenekon, Ötüken” derken sıranın “Kürşatlara, Alparslanlara” gelmemesi için ilim ve ahlak esaslı bir gönül seferberliği gerçekleştirmek olmalıdır.