‘YILANKAVÎ YOL’
17 Şubat 2014 günü TRT yapımcılarından yazar Mine Sultan Ünver’den şöyle bir mesaj almıştım:
“TRT’nin 50. yıldönümü ve eli kalem tutan bir çalışanı olarak benim sorumluluğumda bir kitap hazırlığı var. TRT’ye emek verenler, sanatçılar, ünlüler ve biz izleyicilerinden anılar bu kitapta derlenecek. Anınıza kitapta şu kişinin anısı diyerek de isimle verilecek. Eğer sizin de unutamadığınız yahut esprili yahut hüzünlü TRT’ye dair bir anınız varsa bu kitapta yer almasını isterim.”
Bu mesaj üzerine hafızamı yokladığımda, yazarlık serüvenimin ilk sınavı olarak, bir hikâye yazıp Diyarbakır Radyosu’nun Cumhuriyetin 50. yılı anısına düzenlediği yarışmaya gönderişimi hatırladım. Diyarbakır Radyosu’nu Tokat’ta evimizin en değerli mobilyalarından birisi olan lambalı ve ceviz kaplamalı ahşap gövdesi ile dikkati çeken gösterişli radyomuzdan dinlerken tesadüf ettiğim duyuruya göre, radyoya gelen hikâyeler değerlendirilecek ve başarılı bulunanlar radyodan okunarak ülke sathında oylamaya açılacaktı. Tesadüfen işittiğim bu duyuru üzerine çizgili kağıda el yazısı ile yazıp gönderdiğim bu hikâyeyi anlatan “TRT anım”ı Ünver’e gönderdim:
“BİR ÇOCUKLUK ANISI
Tokat il merkezindeki bir ortaokulda öğrenci iken (sanırım 1973’tü) Diyarbakır Radyosu’nun (muhtemelen Cumhuriyetin 50. yılı anısına) düzenlediği bir hikâye yarışmasına katılmıştım. Konusu, Cumhuriyet ile sağlık hizmetine kavuşan Anadolu köylerinden birisine giden bir sağlık ekibinin yaşadıkları idi. Ortaokul öğrencisi olarak el yazımla özenerek yazıp postaladığım hikâye, dereceye girmişti. Hikâyemi radyodan dinlediğim akşam hayatımın ve yazı deneyimimin ilk büyük heyecanını yaşatmıştı.
Bugün hem sağlık konusunda bir profesyonel, hem de bir yazar olarak hayatımın iki ana eğilimini buluşturan o hikâyemi de, TRT Diyarbakır radyosunu Tokat’ta dinlediğim günü de unutamam.
O zamanlar kopya alabileceğim daktilom olmadığı ve fotokopi de bulunamadığı için Diyarbakır Radyosu’na yolladığım o hikâyemin bir kopyası bende yok. Keşke mümkün olsa da Diyarbakır Radyosu arşivinde o hikâyemi bulunduğu dosyaya ulaşabilsem. Ne iyi olurdu…”
***
Kuşluk’ta Yazarlar grubumuzda paylaşmak üzere 23 Nisan için çocukluk anısı istendiğinde, üzerinde tekrar düşündüğüm bu hikâyenin bazı ayrıntılarını daha hatırladım. O yazımı okuyan değerlendirme kurulu, hikâyemi bir kelime yüzünden belki de, ortaokul öğrencisi bir çocuğun yazmamış, ya da büyüklerinden birisinin elinden geçmiş olacağını düşünseler haklı olurlardı diye gülümsüyorum şimdi. O kelime köye giderken geçilen tarif ederken kullandığım “yılankavi hatlarla uzanan bir yol” ifademdi. Bugün bile çok nadir kullanılan bir kelime olarak kıvrım kıvrım uzanan bir yolu “yılankavi” olarak tarif etmek, o çocukluk günlerimde nereden aklıma gelmişti hatırlayamıyorum. Muhtemel ki okuduğum bir kitaptan alarak zihnimde depo ettiğim bir sözcük idi. Türk Dil Kurumu Sözlüğü bu kelimeyi şöyle tarif ediyor: yılankavi: -sıfat-, dolambaçlı, dolanarak giden. Bu kelimeye örnek olarak da ünlü hikâyecimiz Refik Halid Karay’dan şu cümle veriliyor: “Şam’ın yılankavi sokakları o kadar birbirine benzer.”
***
Aşı için köye giden sağlık ekibini taşıyan aracı anlatırken de sağlık ekibini taşıyan aracı, Willys marka üstü tenteli bir jip olarak düşünmüştüm. Kimbilir böyle bir jipi, Tokat’ta komşu olduğumuz Devlet Hastanesi bahçesinde görmüştüm belki…
Hastane deyince çocukluk anılarım arasında bulunan ve bende hayatın anlamı, ölüm, ailenin önemi gibi pek çok çağrışımı ile iz bırakmış bir anımı da paylaşmak isterim. Çam ağaçları ile dolu büyük bahçesi “gizli oyun alanı”mız olan Devlet Hastanesi’nin en korktuğumuz yeri, bizim mahalle (Horuç mahallesi) ile hastanenin bahçesini ayıran duvarın hemen kenarındaki morg binası idi. Özellikle morgda “ölü” olduğunu işaret eden titrek ampülünün yandığı gecelerde, o binanın yüz metre yakınından bile geçmek istemezdik. Yeşilırmak’ta boğulan ve sahiplerine ulaşılamayan bir çocuğun cesedinin morgda kaldığını işittiğimizde günlerde oyun düzenimiz bozulmuştu: Birçok kişi, çocuğu teşhis etmek için morga getirtiliyor ama bir türlü çocuğun kimlik tesbiti yapılamıyordu. Sonra nasıl oldu ise bir gün morgun ampülü karardı ve öğrendik ki, ailesi bulunamayan çocuk Belediye tarafından defnedilmişti.
***
Yazarlık hayatımda başkalarının eleştiri eleğinden geçerek “radyodan okunmağa değer” bulunan hikâyemde anlatılan “aşı için köye giden sağlık ekibi” öyküsünün gerçek bir versiyonunu yıllar sonra mecburî hizmet için bulunduğum bir güneydoğu ilçesinde “kızamık salgını” çıkan ve birçok çocuğun hayatını kaybettiği bir dağ köyüne karlar altında giderken yaşadık. Yolun bir yerine kadar öykümde anlattığıma benzer bir jip ile gidip yolun yaklaşık 20 km.lik bir kısmını ise, aracın gidebilmesi mümkün olmadığı için yaya olarak kat etmiştik.
Sabah erken saatlerde kar altında yola çıkan ekibimiz, yolun yarısında iken kar yağışı kesilmiş ve parlak ancak ısıtmayan bir kış güneşi, öğle saatlerinde etraftaki kar kitlelerinden yansıyarak gözlerimizi kamaştıracak şekilde yüz göstermişti.
Köye iyice yaklaşınca köyün yakınında bir yamaçta bir insan grubunun temizleyip ortaya çıkardığı, üzerindeki karlar toprak zemine inilene kadar, bir-birbuçuk metre derinliğe varılana kadar kaldırılan (yaklaşık 10X20 m.lik) bir alan gözümüze çarptı. İnsanlar bu alanda kazma-kürekle çukurlar kazıyordu.
Köye dâhil olunca, geleneksel şekilde, seyyar sağlık merkezimizi köy ilkokulunun bahçesinde kurduk. Hemşirelerimiz ve sağlık memurumuzla hızla organize olarak evlerine hastalık girmemiş ancak kızamık riski taşıyan yaş grubundan çocukları aşılamak üzere okula davet ettik. Köy okulunun rüzgâr almayan bir çatı altında okul sıralarından hazırlattığım iğreti hasta muayene masasında, kızamık bulaştıktan sonra, kızamıkları yan etki olarak solunum yolu rahatsızlığına dönüşerek hastalanmış (çoğu zatürreye yakalanmış veya yakalanmak üzere idi) çocuklarla, evlerinde vefat etmiş kardeşleri ile temas eden sağlam çocukları muayene ediyordum. Hasta çocuklara yanımızda getirdiğimiz Penisillin iğnelerini uyguladık. (O dağ başında bir çocuk Penisillin iğnesi yapılır yapılmaz allerji yüzünden şoka girse ne yapardık; düşünecek halde değildik. Bu ihtimal milyonda iki oranında ölüm demekti.)
Küçük bir dağ köyünde 50 kadar çocuğu aşılayıp 10 kadarını da muayene ettikten sonra muhtarın evinde hazırlanan sofraya konuk olunca aklıma takılan manzarayı sordum. Neden karları kaldırıp uğraştıklarını sordum. Köyün muhtarının verdiği yanıtı bir sağlık sunucu insan olarak unutamadım hiç: “Dohtor Beg, köye kızamık girdi mi en az 15-20 çocuğu götürür. Şimdiye kadar üç çocuk öldü. Biz onlar için mezar kazarken hazır kazma-kürek elde iken peşlerinden ölecek çocukların mezarını da hazır edelim, dedik.”
Yıllar sonra internette okuduğum bir haberde karşılaştığım Çocuk hastalıkları uzmanı şair Ceyhun Atuf Kansu’nun ‘Kızamık Ağıdı’ adını verdiği bir şiirindeki çağrışımlar, bu şiirden habersiz olarak yıllarca zihnimde yankılanmış durmuştu:
“…
Ben gördüm bu köyü, damların altında,
Çocukları kızamık döküyor.
Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,
Gelincikler arasından öyle masum bakıyor.
Habersiz hepsi kızamıktan ve ölümden,
Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,
Ve düşmüş bir gül oluyorlar birden,
Bebekler ölüveriyorlar, ölümden habersiz…”
____________________________
Hayati BİCE/ 21 Nisan 2014