Kur’an-ı Kerim’de “Kavim” ve “Da’vây-ı Kavmiyyet”
Dr. Hayati BİCE
Bir önceki yazımda Kur’an-ı Kerim’de insanların genetik farklılıklarına değinildiğini, bunun insan topluluklarının ırk, kabile, soy anlamında farklılaşmasının ilahi bir takidir olarak değerlendirilmesinin mümkün olduğunu yazmıştım. Millet, milliyet konusunda başlayan tartışmalar nedeniyle girdiğim bu konuda Türk milliyetçilerinin “kavmiyyetçilik” ile suçlanmasına değinmediğim konusunda gelen bir uyarı ve kavim konusuna Kur’an-ı Kerim’de nasıl yer verildiğini sorulması üzerine “kavim” kavramının da tartışılması gereğini anladım.
Kur’an-ı Kerim’de “Kavim” Nasıl Yer Alıyor?
Kur’an-ı Kerim’de insan topluluklarının tasnif eden kavramlardan en sık kullanılanın “kavim” kelimesi olduğunu gördüm. Yaptığım değerlendirmeye göre Kur’an-ı Kerim’de “kavim” kelimesinin tam 376 kez kullanılması bu kavramın önemini ortaya koyar. Kabile kelimesinin sadece bir kez, aşiret ve millet kelimelerinin de bu rakamla kıyaslanamayacak kadar yerde kullanıldığını düşünürseniz konunun önemi ortaya çıkar.
Ancak hemen belirteyim ki, millet kelimesi gibi kavim kelimesi de Türkçe’ye aktarılırken anlam kaymasına uğratılmıştır. Öyle ki, bu araştırmayı yapana kadar ben de “kavim” kelimesinin “aralarında soy birliği insan topluluğu” anlamında kullanıldığını düşünüyordum. Oysa yaptığım araştırmada gördüm ki, Kur’an-ı Kerim’de bu kavram soy birliğine özel bir vurgu yapılmadan bağımsız olarak herhangi bir insan topluluğu için kullanılmaktadır.
Hemen örnekleyeyim:
Kavim kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de en sıklıkla kullanıldığı iki kalıp “kâfirler kavmi” (7 kez) ve “fâsıklar kavmi” (9 kez) ibareleridir. Kâfir ve fâsık kelimelerinin ırk/soy bağlılığı anlamında asla kullanılamayacağını düşünürseniz benim gibi siz de şaşırmış olmalısınız. Bu olumsuz ibarelerdeki kavim kelimesi, bir yerde de “âbidler –çok ibadet edenler- kavmi” olarak olumlanarak kullanılmıştır.
Öncelikle kavim kelimesini ırk/soy bağlamından çıkaran bu tesbitten sonra, ancak dolaylı olarak ırk/soy bağlamına işaret eden “Nuh kavmi” , “İbrahim kavmi”, Lut kavmi gibi peygamberlerin içerisinden çıktığı topluluklara işaret için kullanıldığını görmekteyiz. Aslında bu Peygamberlerin tebliğine muhatap olan insanların ırk/soy yönünden homojen topluluklar değil birer kabile koalisyonu olduğunu düşünürsek burada dahi, ırk/soy bağlamını öne çıkartmak zorlaşır. Özellikle Hz. İbrahim’in muhatap olduğu Mezopotamya halklarının bugün bilinen isimlerinin bir düzineyi bulduğunu düşünürsek bu konu daha iyi anlaşılacaktır. Şahıslara işaretle kavim ifadesinin kullanılması sadece peygamberlere özgü değildir. Firavun’un hükmü altındaki insan topluluğu için de “Firavun kavmi” ibaresinin kullanılması kavramın –tabiri caiz ise- laik bir kapsamı olduğunu göstermektedir.
…Ve “Kavmiyyet”çilik Suçlaması
Kavim kelimesi insan toplulukları söz konusu olduğunda bu şekilde bambaşka terkiplerin parçası olduğuna göre Türk milliyetçilerine kendilerini İslâmcı” sayanların “kavmiyyetçilik” suçlamasının ne kadar afâkî bir varsayım olduğu ortaya çıkar. Ancak burada son yüzyılın Türk milliyetçilerine de bir sitemim olacak. Kur’anî ıstılahlara bizim neslimize göre daha yakın bir eğitim sürecinden geçen öncülerimiz “İslâm’da Da’vây-ı Kavmiyyet” kitabını yazarak bu suçlama çığırını açan Kürd asıllı Babanzâde Ahmed Naîm’e oturaklı bir reddiye yazmamışlardır. Oysa Ahmed Naîm’in kendi yazdıkları bile, Türklerin milliyetçilikte ne kadar geç kaldıklarını göstermektedir.
Bu konuda yakın sayılabilecek bir tarihte yayınlanan değerli ilahiyat akademisyeni Recep Kılıç’ın yazdığı bir makale benim için çok faydalı oldu.[1] Bu makaleden “Ahmed Naîm ve İslamcılık Düşüncesi” konulu bölümü özetleyerek -yeni bir düzenleme ile- dikkatlerinize sunuyorum.
“İslamcılık Düşüncesi ve Ahmed Naîm”
“Osmanlıcılık fikrinin gerçekleştirilebilme ümidinin yitirilmesi üzerine “İslam kardeşliği” temel tezinden hareketle Ahmed Naîm’in aralarında yer aldığı bir grup Osmanlı aydını “ittihâd-ı anâsır” yerine “ittihâd-ı İslâm”ı ikame ederek, hiç değilse Osmanlı’nın müslüman tebasının birlikteliğinin muhafazasının gerekliliğini savunuyordu. Türk Birliği’ni savunanlar ise ”ittihâd-ı İslâm”ın da hayata geçirilme şansının olmadığı düşüncesinden hareketle, Osmanlı vatandaşı Türkler arasında bir birlik tesis edilmesinin gerekli buluyordu.
Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği sağlamayı gaye olarak gören Ahmed Naîm, bu birliği bozabilecek en tehlikeli fikir olarak, kardeşliğe karşı düşmanlık, birliğe karşı ayrılık esaslarını getiren bir düşünce sistemi şeklinde değerlendirdiği ”asabiyyet-i kavmiyye ve cinsiyye”yi görür: “Bu asabiyyet eşitsizliği, eşitsizlik de zulmü doğurdu. Zulüm bizi medeniyetten mahrum etti. Medeniyetsizlik ise bizi medeni olan diğer kavimlere esir kıldı. Hepimizin bildiği, gördüğü zillet derecesine düşürdü. Bizi bundan sonra bu aşağılıktan yükseltecek, terakkinin tepesine eriştirecek olan ittihaddır.”
Soy ve kavim iddiası ile ilgili olarak Ahmed Naîm’in temel tezi şu ifadelerinde kendini bulur: “Soy gütme davası, şer’an kötü görülmüş ve reddedilmiştir. Şer’i açıdan bir cahiliyyet davasıdır. İslâm’ın kıvam ve bekasına, müslümanların refah ve saadetine en müthiş darbedir. Hemen hemen bütün İslam diyarının küfür diyarına dönüştüğü sırada, buradaki bir avuç müslümanın ben Türk’üm, ben Arab’ım, ben Kürd’üm, ben Laz’ım, ben Çerkez’im gibi iddialarla yekdiğerine karşı muhabbet bağlarını zerre kadar gevşetmeleri cinnettir. Ayrıca asabiyye-i kavmiyye bayrağını ellerinde tutanların aldığı manâca da vatanperverliğe aykırıdır.”
Ahmed Naîm’e göre, sonuçta bu fikir, Osmanlı vatanının dağılmasına ve İslam diyarının küfür diyarı olmasına sebep olacak ve “bu gidişle İslam’ın son sığınağı olan bu diyar, Allah korusun daru’l-küfr’e dönüşecektir.”
“Uhuvvet-i Arabiyye-i Osmaniyye”
Türklerin milliyetçilik yapmakta nasıl geri kaldığını Kürd asıllı Babanzâde Ahmed Naîm’den okumak benim için acı bir tecrübe oldu. Çünkü, bırakın gayrı-müslim azınlıkları 1908’de Meşruiyet’in ilk ayında İstanbul’da “Osmanlı sınırları içindeki Arapların Birliği” için dernekler kurulurken Türkler uyumaktadır.
Ahmed Naîm’e göre Osmanlıyı meydana getiren müslim ve gayr-i müslim unsurları bir arada tutmak mümkün olmayabilirdi ama müslim tebânın birlikteliği kesin olarak muhafaza edilmeliydi. Çünkü müslümanları birbirine bağlayan köklü ilkeler mevcuttu. Bu ilkelerin başında da “kardeşlik” prensibi geliyordu. Dolayısıyla bu kardeşlik prensibini zedeleyecek, birliğin dağılmasına vesile olabilecek her türlü düşünce ve eylemden kaçınmak gerekirdi. Bu sebepten Meşruiyet’in ilk ayında İstanbul’da “Uhuvvet-i Arabiyye-i Osmaniyye” isminde bir dernek kurulması üzerine şunları yazmıştı:
“İnsaf ediniz. Biz bugün gayr-i müslim vatandaşlarımızı Osmanlı bayrağı altında toplamaya çalışıyoruz. Tanışalım, barışalım, sevişelim, diye onları âgûşumuza alıyoruz. Ecnebilere bile kendimizi sevdirmeye gayret ediyoruz. Böyle bir sırada, müslüman kardeşlerimizin İslam arasındaki birliğe aykırı bir mana hissettiren bir nâm altında toplanmak gibi cefalarına tahammül edebilir miyiz? Tahammül etsek bile, o canımızdan muazzez bildiğimiz, iki dünya saadetine yegâne vesilemiz olan dinimizce mesul olmaz mıyız?” [2]
“İslâm’da Da’vây-ı Kavmiyyet” ve Asabiyye
Babanzâde Ahmed Naîm’in dini ve ahlaki gerekçelerle karşı çıktığı “asabiyye”nin neliği meselesi, bugün de zaman zaman tartışma konusu edilmektedir. Son olarak Başbakan Erdoğan’ın bir konuşmasında “asabiyyye”den söz etmesi bu kavramı da yeniden gündeme getirmiştir. Rcep Kılıç’a göre Ahmed Naîm’in “İslâm’da Da’vây-ı Kavmiyyet”‘ isminde bir kitap yazmasına sebep olan sorulardan birisi de “İddiây-ı kavmiyyet ne derecede yasaktır ve hangi türü yasaktır?” sorusuydu.[3]
Ahmed Naîm’e göre Müslümanların dünyada gerçekleştirmeleri gereken en büyük gaye olan, birlik ve beraberliklerinin gerçekleşmesine engel olması sebebiyle “asabiyye” dinen yasaklanmıştır: “Kavmiyyet zokası zehirlidir… Soy Asabiyyesi’nin şeriatın yasakladıklarından olması, dünyada en yüce hedef olan msülümanların birliğini vücûda getirmek içindir”
Asabiyye’nin dinen kesin olarak yasaklanmış olmasının nedenini bu şekilde açıklayan Ahmed Naîm’e göre asabiyye’nin; 1. Dinen kötü (kabih) görülen, 2. Dinen güzel (müstahsen) görülen olmak üzere iki boyutu vardır.
Ahmed Naîm İslâm’da yasaklanmış olan asabiyye türünü şöyle belirtmiştir: “Kavim asabiyyesi şeriata göre yasaktır, kötülenmiştir. Fakat hangi şekilde? Bir insan kavmine sırf kavmi olduğu için mutlak surette asabiyyet gösterirse, kınanması gerekir. Kavmine hak dairesinde ve hiçbir tarafa düşmanlık göstermeksizin yardım ederse, aksine hoş karşılanmalıdır.”
Dinen kötü görülen asabiyye fikri; İslâm’ı ve İslam’ın iman anlayışını reddederek, yeni bir “din” ve yeni bir “iman” anlayışı geliştirmeyi hedef edinen düşünce sistemidir. Ahmed Naîm bu düşüncenin aşılamak istediği şeyin açıkça dinsizlik düşüncesi olduğunu söyler. Çünkü bunlar “büsbütün yeni bir mefkure (müşterek gaye demek olacak) ihdas etmek, eski an’aneler ile ilişkileri keserek yeni an’aneler meydana getirmek, ‘yeni bir iman’ ile ‘yeni bir kavim’ ‘yeni bir millet’ inşa etmek iddiasındadırlar.”
Ahmed Naîm; ”yasaklanmış asabiyyet kavmine zulüm üzerine yardım etmektir” hadisiyle görüşünü destekler. Bu hadisin muktezasınca zulüm üzere olmamak kaydıyla kavmine yardım etmek kınanmamalıdır. Asabiyye’nin dinen güzel görülen boyutunu ise, “En hayırlınız, aşiretini savunandır, ancak şer’iatın aksini savunup da günaha girmemek şartıyla…’” hadisinden hareketle tarif eder. Buna göre “Şeriat’ın çizdiği hudud dâhilinde kavmine yardım etmek, taraftarlık etmek yine İslam dini’nin emrettiği bir şeydir. Dolayısıyla Türkler; “Türk diline, edebiyatına, san’atına, ticaretine hizmet ederlerse çok iyi bir iş görmüş olurlar.
Ahmed Naîm’in karşı çıktığı asabiyye fikri, kavim veya soy fikrini İslam’ın yerine ikame etmek isteyen, böylece adeta yeni bir “değerler sistemi” oluşturmaya teşebbüs eden düşünce akımıdır. İslami değerlere bağlı kalarak insanın mensup olduğu milletin kalkınması, kendi kültürünün zenginleşmesi için çalışmasının, dinen yasaklanması şöyle dursun İslami bir emir olduğunu düşünür. Ancak bütün bunlar yapılırken yapılan işlerin belli bir kavim adına değil de İslam adına yapılmasını ister. Çünkü kavmin öne çıkarılmasının müslümanların birliğine zarar getirebileceğinden korkar. Ahmed Naîm’in bu konudaki fikirlerini, şu uyarılarında açıkça görmek mümkündür:
“Türk’ü bundan sonra da zararına sebep olacak yorgunluklara salıp, dünya ve ahiret mutluluğunu düşünemeyecek hale getirmek uygun değildir. Türk’ün sosyal durumlarını yüceltmek, üretim gücünü arttırmak, maneviyatını güçlendirmek, yüksek hasletlerini geliştirmek, kötü alışkanlıklarını gidermek gerçekten takdir edilecek, hem Allah’ın hem de kulların katında makbul olan hayırlı bir iştir. Buna ulaşmak için lisanına hizmet etmek, edebiyatını gerçekten ruha gıda olacak hale getirmek, kavmin ilmî ve amelî gücünü artırmak pek mübarek bir vazifedir. Hatta bu vazifede, aslen Türk olmadığı halde Türk lisanıyla konuşan diğer müslümanların da yardıma koşmaları dini bir vazifedir. Nitekim bizim yaptığımız, başka bir şey değildir.”
Burada Babanzâde Ahmed Naîm’in kendisini “biz” şeklinde Türklük dışı bir aidiyete göndererek, son zamanların moda tabiriyle ‘öteki’leştirmesi çok dikkat çekicidir. Yüzyıldır Türk millyetçiliğinin kavmiyyetçilik ile suçlanmasına öncülük etse de siyasi anlamda “ittihâd-ı İslam” fikrini savunan Ahmed Naîm, İslam kardeşliğine zarar veren “asabiyye” kavramını açıklığa kavuşturmuş, asabiyye fikrini bir yandan da olumlu yönden yorumlayarak dinî açıdan “çirkin” görülen anlayış ile “güzel” görülen asabiyye anlayışlarını birbirinden ayırmıştır. Bugünün ‘Türk milliyetçiliğine düşman İslamcı’ aydınlarında görmediğimiz -ve bundan sonra da asla göremeyeceğimiz- bir seviyeyi sergileyerek…
________________________________________________
(*) Dr. Hayati BİCE, ÜLKÜ-YAZ Genel Başkanı.
İletişim: http://www.ulkuyaz.org.tr
[1] Doç. Dr. Recep Kılıç, Babanzâde Ahmed Naîm’in Felsefi Görüşleri, A.Ü.İ.F. Dergisi, 1997, Cilt: 36 Sayı: 1, s. s.333-339
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/781/10028.pdf
[2] Ahmed Naîm, “Arap Kardeşlerimize Bir Nasihatimiz”, İttifak Gazetesi İstanbul, 17 Ağustos 1324/30 Ağustos 1908, sayı: 14. (M. Ertuğrul Düzdağ, Türkiye’de İslâm ve Irkçılık Meselesi, İstanbul 1976, s. 116-117′den nakleden Recep Kılıç)
[3] Osmanlı Şeyhü’l-İslâmlarından Musa Kazım Efendi’nin bir yazısı üzerine sorulan üç soru şunlardır:
1. “İddiay-ı kavmiyyet ve cinsiyetin şiddetle yasaklanması hakkında açıklamada bulunmayı memleket için pek faydalı buluyoruz… İddiay-ı kavmiyyet ne derece memnudur? Ve hangi şekli memnudur?
2. “Ben Arabım ve benden daha Arabı yoktur” diye bir hadis-i şerif vardır, deniliyor. Eğer mevzu değilse, bu hadis-i şerifden ne kastedilmiştir?
3. Türkçe yahud Çince konuşan bir müslüman: Türk’üm, Çinli’yim demekle iddiay-ı kavmiyyet etmiş olacak mı? Yoksa asıl maksat, diğer kavmiyyet ve milliyetleri zelil görmemek midir?