12 EYLÜL öncesini yaşamamış olanlar bilsin diye söylüyorum; şayet kardeş kavgasına sürüklenen ülkemizin yönetimine el konulmasaydı bugün herhalde çok kötü durumda olurduk…
Elbet de demokrasilerde darbelere yer yok, olmamalı da… Ama siyasetçiler de “Ülke bizim” saplantısıyla demokrasiyi, olması gereken kriterlerden uzaklaştırarak keyfe keder sistem haline sokmamalı…
Yaşadığımız o kanlı ve sancılı günleri nasıl olur da unuturuz…
Yaşadığımız o kanlı ve sancılı günleri nasıl olur da unuturuz…
Ülkeyi kardeş kavgasının kapısından alan askeri yönetimin günümüzde kalan iki yaşlı mensubunu bugün, devri sabık yaratmış olmak için müebbet hapisle yargılıyoruz…
Yakışıyor mu!
…………………………
Yargının vereceği kararın kesinleşmesine kadar bu konuda konuşacak değilim…
Kimsenin avukatlığını da yapmayacağım…
Ne var ki her milliyetçi ülkücü, ülkesinin ve milletinin her zaman savunucusudur. Dolayısıyla o görevi eksiksiz olarak yerine getirmeyi her zaman sürdüreceğim…
12 Eylül öncesi Hergün gazetesinin yayınını yönetiyordum. Gazete, MHP’nin kurduğu bir anonim şirketin mütevazı parasıyla çıkıyordu. Yönetim Kurulu Başkanımız kahpece şehit edilen rahmetli Gün Sazak Bey idi…
Merhum Başbuğ Türkeş Bey‘in güvenip sevdiği Enver Altaylı arkadaşımız da üst düzey bir görevdeydi, yayın danışmanımızdı…
Genç ve fedakâr bir kadromuz vardı; kadronun en yaşlısı rahmetli Cihat Dilerge ve Vecdi Bürün, bir de İlhami Kayaidi. S. Ahmet Arvasi merhum ile Taha Akyol yazarlarımızdı. Diğerleri gazeteciliği meslek edinmiş ülkücü gençlerdi…
İdare Müdürü ise Sabahattin adında çok deneyimli, bize gelene kadar birçok gazetede idare müdürlüğü yapmış bir arkadaşımızdı; ülkücü değildi ama eski DP’li, yani zararsız biriydi….
Unuttuklarım olursa gücenirler diye çalışma arkadaşlarımın isimlerini saymıyorum. Yeri geldikçe onlardan bahsederim…
Gazetenin matbaası, idare binamızın altındaydı. Derli toplu bir kurumsal yapı halindeydik, görevimizi de o binada yapıyorduk. Gazete, Sultanahmet’te dört yol ağzındaydı. Binamızın karşısındaki yol boyunca haftanın bir günü -yanlış hatırlamıyorsam çarşamba günü- pazar kuruluyordu.
O günlerde güvenlik görevlilerimiz pür dikkat kesiliyor, pazara gelenlerin üzerlerinden gözlerini ayırmadan gazeteyi koruyorlardı. Zira bölücü militanların ve silahlı solcu çetelere mensup tiplerin satıcı gibi gelerek gazetemizi gözetledikleri saptanmıştı…
O çarşamba günü de pazar yeri hayli kalabalıktı. Gazete binasının önünde güvenlikçilerimiz dışarıdan gelen arkadaşımız Hulusi Yavaşlar‘ı karşılıyordu.
Tam o sırada iki el silah sesi duyuldu…
Çalışıyorduk; servislerimiz geniş salonda oluşturulmuş çalışma alanlarına yayılmıştı. En köşedeki penceresi yan yola açılan bölmede ben ve üç arkadaşım birlikte çalışıyorduk. O nedenle ilk komut benden geldi, “Yere yatın arkadaşlar” diye bağırdım. Tam o sırada da bina yaylım ateşine tutuldu, başımızın üzerinden mermiler uçuşuyordu, iki mermi tavana vurdu ve masamın üzerine düştü. Oturuyor olsaydım herhalde biri bana isabet ederdi…
Bulunduğum yerden Sabahattin‘e baktım, ruhsatlı silahını çekmiş, salonun giriş kapısına doğru sipere yatmıştı… Tam o sırada güvenlikçilerden biri koşarak geldi ve dış kapının emniyet altına alındığını, karşılık verilip verilmeyeceğini sordu.“Bekleyin” dedim, “Devam ederlerse karşılık veririz.”
Sonra “Yaralı var mı” diye sordum, “Hulusi Bey kolundan vuruldu efendim” diye cevap verdi. Hemen fırladım, aşağı indim; Hulusi, camları kurşun geçirmez çelik malzemeyle kaplı mürettiphaneye alınmıştı. Herkes şaşkındı, arkadaşımız omuzuna yakın yerden vurulmuştu, kan kaybediyordu, kravatımı çıkardım, koluna bağladık, kanı durdurduk.
Saldırganlar kaçtı ama uzun süre polis filan gelmedi. O tarihte ülkede sıkıyönetim vardı, herhalde komutanlıktan gelirler diye bekledik, uzun süre gelen giden olmadı. Cankurtaran da gelmedi, Hulusi’yi hastaneye arkadaşlar götürdü.
Meğer saldırganlar aynı anda az ötemizde bulunan ülkücü öğrencilerin yurduna da yaylım ateşi açmış ve Malatyalı ülküdaşımız Mürsel Karataş‘ı şehit etmiş…
Yakışıyor mu!
…………………………
Yargının vereceği kararın kesinleşmesine kadar bu konuda konuşacak değilim…
Kimsenin avukatlığını da yapmayacağım…
Ne var ki her milliyetçi ülkücü, ülkesinin ve milletinin her zaman savunucusudur. Dolayısıyla o görevi eksiksiz olarak yerine getirmeyi her zaman sürdüreceğim…
12 Eylül öncesi Hergün gazetesinin yayınını yönetiyordum. Gazete, MHP’nin kurduğu bir anonim şirketin mütevazı parasıyla çıkıyordu. Yönetim Kurulu Başkanımız kahpece şehit edilen rahmetli Gün Sazak Bey idi…
Merhum Başbuğ Türkeş Bey‘in güvenip sevdiği Enver Altaylı arkadaşımız da üst düzey bir görevdeydi, yayın danışmanımızdı…
Genç ve fedakâr bir kadromuz vardı; kadronun en yaşlısı rahmetli Cihat Dilerge ve Vecdi Bürün, bir de İlhami Kayaidi. S. Ahmet Arvasi merhum ile Taha Akyol yazarlarımızdı. Diğerleri gazeteciliği meslek edinmiş ülkücü gençlerdi…
İdare Müdürü ise Sabahattin adında çok deneyimli, bize gelene kadar birçok gazetede idare müdürlüğü yapmış bir arkadaşımızdı; ülkücü değildi ama eski DP’li, yani zararsız biriydi….
Unuttuklarım olursa gücenirler diye çalışma arkadaşlarımın isimlerini saymıyorum. Yeri geldikçe onlardan bahsederim…
Gazetenin matbaası, idare binamızın altındaydı. Derli toplu bir kurumsal yapı halindeydik, görevimizi de o binada yapıyorduk. Gazete, Sultanahmet’te dört yol ağzındaydı. Binamızın karşısındaki yol boyunca haftanın bir günü -yanlış hatırlamıyorsam çarşamba günü- pazar kuruluyordu.
O günlerde güvenlik görevlilerimiz pür dikkat kesiliyor, pazara gelenlerin üzerlerinden gözlerini ayırmadan gazeteyi koruyorlardı. Zira bölücü militanların ve silahlı solcu çetelere mensup tiplerin satıcı gibi gelerek gazetemizi gözetledikleri saptanmıştı…
O çarşamba günü de pazar yeri hayli kalabalıktı. Gazete binasının önünde güvenlikçilerimiz dışarıdan gelen arkadaşımız Hulusi Yavaşlar‘ı karşılıyordu.
Tam o sırada iki el silah sesi duyuldu…
Çalışıyorduk; servislerimiz geniş salonda oluşturulmuş çalışma alanlarına yayılmıştı. En köşedeki penceresi yan yola açılan bölmede ben ve üç arkadaşım birlikte çalışıyorduk. O nedenle ilk komut benden geldi, “Yere yatın arkadaşlar” diye bağırdım. Tam o sırada da bina yaylım ateşine tutuldu, başımızın üzerinden mermiler uçuşuyordu, iki mermi tavana vurdu ve masamın üzerine düştü. Oturuyor olsaydım herhalde biri bana isabet ederdi…
Bulunduğum yerden Sabahattin‘e baktım, ruhsatlı silahını çekmiş, salonun giriş kapısına doğru sipere yatmıştı… Tam o sırada güvenlikçilerden biri koşarak geldi ve dış kapının emniyet altına alındığını, karşılık verilip verilmeyeceğini sordu.“Bekleyin” dedim, “Devam ederlerse karşılık veririz.”
Sonra “Yaralı var mı” diye sordum, “Hulusi Bey kolundan vuruldu efendim” diye cevap verdi. Hemen fırladım, aşağı indim; Hulusi, camları kurşun geçirmez çelik malzemeyle kaplı mürettiphaneye alınmıştı. Herkes şaşkındı, arkadaşımız omuzuna yakın yerden vurulmuştu, kan kaybediyordu, kravatımı çıkardım, koluna bağladık, kanı durdurduk.
Saldırganlar kaçtı ama uzun süre polis filan gelmedi. O tarihte ülkede sıkıyönetim vardı, herhalde komutanlıktan gelirler diye bekledik, uzun süre gelen giden olmadı. Cankurtaran da gelmedi, Hulusi’yi hastaneye arkadaşlar götürdü.
Meğer saldırganlar aynı anda az ötemizde bulunan ülkücü öğrencilerin yurduna da yaylım ateşi açmış ve Malatyalı ülküdaşımız Mürsel Karataş‘ı şehit etmiş…
Hepimize büyük acı veren o günü unutmak ne mümkün…
Bazı arkadaşlarımız uzun süre şaşkınlığı üzerlerinden atamadı. Sabri Yılmaz arkadaşımız camın kenarından dışarı bakmak isterken az daha vuruluyordu. Veysi Sözüer, İsmail Er, Nazif Okumuş, Ali Odabaşı, Sakin Öner ve diğer arkadaşlar metanetlerini bozmadılar. Teknik servistekiler de saldırı sırasında paniklemedi. Binanın dış kapısı ilk silah atıldığında hemen kapatıldığı için güvenlik de görevini yapmış oldu…
O dönemde yaşanan yüzlerce saldırı ve cinayete teşebbüs olayından biridir bu. Her gün onlarca canın kaybedildiği, huzurun bozulduğu, milli servetin yok edildiği bir ortama asker müdahale etmeyip de ne yapacaktı; millet ve devlet düşmanlarını kollarını kavuşturup seyredecek miydi!
Devleti sahiplenip, milletin huzur ve güvenliğini, ülkenin bölünmez bütünlüğünü korumakla yükümlü olanlar, üzerlerine düşen bu görevi yerine getirdikleri için bugün yargılanıyorlar, Allah yardımcıları olsun…
O dönemde yaşanan yüzlerce saldırı ve cinayete teşebbüs olayından biridir bu. Her gün onlarca canın kaybedildiği, huzurun bozulduğu, milli servetin yok edildiği bir ortama asker müdahale etmeyip de ne yapacaktı; millet ve devlet düşmanlarını kollarını kavuşturup seyredecek miydi!
Devleti sahiplenip, milletin huzur ve güvenliğini, ülkenin bölünmez bütünlüğünü korumakla yükümlü olanlar, üzerlerine düşen bu görevi yerine getirdikleri için bugün yargılanıyorlar, Allah yardımcıları olsun…
Devletin başında o günlerde, 12 Eylül’ü yargılayan zihniyet olsaydı ne yapardı acaba; ülkenin ve milletin bölünmesine, kardeş kavgasının başlamasına ve demokrasi rejiminin kızıl ya da kara faşizme teslim olmasına şapka mı çıkarırdı…
Varlığımız için canını seve seve veren aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Mekânları cennet olsun…