Özellikle AB ülkelerinde ve son yıllarda da ülkemizdeki gelimleler incelendiğinde Alevilikle ilgili zihin karışıklıklarının arttığı, yaygın halk tabiri ile at izinin it izine karıştığının görüldüğünü hemen herkes fark etmektedir.
Ülkemizde –nerede ise– her ilde kurulduğu kabul edilen ve dindar bir gurup öncülüğünde kurulan “Alevi dernekleri” ve “federasyonu” çalışmaları ile güya bir “diyalog ortamı” oluşturulmaya çalışılıyor. Buna karşı taraf diyebileceğimiz, aleviler tarafından bakıldığında, dinciler Alevileri asimile etme gayretinde görünüyor.
Bu dernek ve federasyonlar tarafından özel ve kamu katkısıyla toplantılar, iftarlar düzenlenirken, AB ülkelerindeki Alevi örgütleriyle koordineli çalışmalarda, “kendine özgü bir din” üretmeye gayret ediyor.
İster “Demokratik Açılım” deyiniz, isterseniz “PKK Açılımı” şeklinde ifade ediniz, bu açılım sırasında “etkili ve yetkili büyüklerin, canlı ortak yayınlar dahil, medyadaki Alevilik konusunda, şu olacak, bu olacak gibi açıklamalarına baktığınızda,;
“1. Cemevleri, Alevilik, İnanç ve kültür merkezi olarak hükümet tarafından tanınacak,
2. Alevi Dedelerine devletçe maaş verilecek”
Şeklindeki açıklamaları TV izleyen, gazete okuyan hemen herkes bilmektedir.
Bununla yapılmak istenen de gayet normal gibi görünen, “yasaklanmış Alevilik Açılımı”dır.
1826 yılında Yeniçeri Ocağı topa tutularak, imha edilmeye çalışılmış ve kapatılmıştır. Evci olan, hasta, izinli veya firarda olanlar kurtulmuş ve kurtulanların çoğu bulunduğu mahalde ki Bektaşi Tarikatına sığınmışlardı. Kapatılan Bektaşi Tarikatı idi. önce
Padişah II. Mahmud’un vefatı sonrasında Tahta çıkan Sultan Abdülmecit zamanında kapatılmış Bektaşi dergâhlarından ilk açılan “Şahkulu Sultan Dergahı” sultan Abdülaziz zamanında bütün Bektaşi dergâhları tekrar açılmıştı.
T.C tarafından veya Osmanlı tarafından “Aleviliği yasaklayan” bir tek kanun, tüzük, yönetmelik, hatta genelge dâhil bir tek cümle olmadığı halde bu niçin özel vurgularla anlatılmaktadır?
Bunlar yapılırsa, yasak denilen Alevilik özgürleşecek midir?
Günümüzde Alevilik diye ifade ettiğimiz şeyin tarihi ve kültürel adı veya kendisi nedir?
Mevcut bir sorun varsa –ki elbette var– basında konuşulan-anlatılan açılımlar yapılsaydı bu sorun çözülmüş mü olacaktı, yoksa bu sorun çarpan etkisiyle yeni ve daha büyük sorun haline mi gelecekti?
Bize göre, beklenen veya anlatılanlar açılım paketine girseydi, inanın sorun gerçekten azgınlaşabilirdi?
Neden mi?
GÖRÜNEN VE GÖRÜNMEYEN GÜÇLER ÜLKEMİZDE TEHLİKELİ OYUNLAR MI TEZGÂHLIYOR?
Ülkemizde hem meseleyi geçiştirmek isteyenler, hem de anlattıklarına kesin bir delil gösterme gerekçesiyle “kökü dışarıda bazı mihraklar”dan bahsetmeleri eskilerin
deyimi ile “vak’a-i âdiyeden” bir olay halindedir.
Dünyanın tek kutuplu hale geldiği 1990 yılından bu tarafa, yaygın adı ile “küresel güç” dünyayı tek başına yönetmek için, önce kendisini “tek güç ve kudret sahibi” Yüce Tanrı’ya benzeterek, strategy of god (Tanrı Stratejisi) adını verdiği bir çalışma başlatmış, bu strateji ile dünyayı yönetmeyi planlamıştı.
Kısa bir süre sonra, bunun çok isabetli olmadığı düşüncesiyle, “Tanrı, din diye bir şey icadetmiş, bütün dünyayı icadettiği dinler aracılığı ile yönetiyor” fikrine kapılmış ve stratejinin adı değiştirilerek, “Strategy of religıons” (dinler stratejisi) adını almıştı.
George W. Bush’un ikinci defa seçilmesini takibeden yıllarda da, bütün dinlerle ilgili stratejiler geliştirmenin gereksizliği, küresel güce, bu gücünü sağlıklı olarak devam ettirebilmesi için gerekli kaynakların genel olarak İslam dünyasında olduğu gerekçesiyle sadece bu alanı incelemek ve Müslümanların dini ile ilgili bir stratejiye ihtiyaç olduğu tespiti yapılmalı önerisinde bulundular. Sonunda da “Strategy of İslam” (İslam stratejisi) da karar kılınmış.
Meşhur BOB (büyük Ortadoğu Doğu projesi) de bu stratejin bir uygulamasından ibaret olmalıdır.
Üzülerek ifade etmeliyiz k, ülkemizdeki bunca çoğalmış ve her köşede görülen strateji merkezleri arasında “İslam Stratejisi” çalışan, bu alanda kendisini geliştirmiş bir tek merkez veya uzmanımız yok gibi görünüyor.
Geçmişinde ASAM tecrübesi bulunan ve Asam’ın kuruluşu sırasında, strateji konusunda eğitim verdiği ilahiyat fakültesi Öğretim üyelerinden, çalışanlarına din, dinler tarihi dâhil olmak üzere temel eğitim verdiğini bildiğimiz 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsünü bunun dışında tutmak mümkündür.
Hem islam dünyasının tam ortasında bulunup, hem de ülkemiz dâhil bütün İslam ülkelerinde uygulanan bu stratejiden haberdar olmamak nasıl izah edilebilir?
Demek ki, bizi öyle uyutuyorlar ki, İslam dünyasındaki iç çatışmalar, kavgalar bir yana küresel güçlerin (bazen bizim de içinde olduğumuz organizasyonlarla) Kuzey Afrika ve Asya kıtasında yaşatılan kanlı olaylara bakarak bile uyanmıyoruz.
Bir de bu stratejiyle Müslümanların yaşadıkları topraklarda küresel güçlerle birlikte olmanın huzurunu(!?) da eklemeliyiz. Ayrıca benzer uygulamalar için hazır olduğumuz şeklinde bir algıda içeriden birilerince pompalanıyor.
Böyle bir ortamda Alevilik konusu sadece bizim iç meselemizdir, denilemeyeceği gibi, küresel emperyal güçlerin oyun alanı dışında, deme imkânımız da olmayacaktır.
Özellikle de Sovyetlerin dağılması sırasında, ortada kalan eski Marksist – Leninist, ateist; çoğu Avrupa ilkelerinde yaşayan, eski elemanları işsiz bırakmama gibi algıladığımız kişilere, Alevi örgütleri kurdurulduğu anlaşılıyor.
Bu geçmiş birikimleriyle hareket eden yöneticilerin, bu gün “Alevilik” diye adlandırdığımız, Köy Bektaşiliği, eski deyimle “KIZILBAŞ”lığın tarihi ve kültürel kökleri ve kodlarından ayırarak, yeni bir Alevilik oluşturulduğu da görülüyor.
Bize göre işin en inanılmaz yanı, babasından ve “Dede”sinden Hacı Bektaş Veli tarafından kurulmuş “yolu” ve “erkânı öğrenmiş” olmaları gereken “Yolun ve Erkan’ın yürütücüsü” durumunda ki DEDE’nin de eğitimsizliği, bunun verdiği cehaletin yanında yoksulluk ve ideolojik kabullerle bu yeni yozlaşmada görev almalarıdır.
“Düşkünler Cemiyeti’nin Postu”nda “Mürşit Postu” nasıl oluyor, sorusunu sormamız gerekiyor.
AB ÜLKELERİ ALEVİLİĞİ ”KENDİNE ÖZGÜ DİN” OLARAK TANIMAYA DEVAM EDİYOR
“25 Ekim 2007 tarihinde Danimarka’nın Aleviliği “din” ve “Danimarka Alevi Birlikleri Federasyonu’nu “Din Kurumu” olarak kabul etmesi ile Alevilik probleminde yeni bir döneme girilmiştir.
2014 yılına kadar AB ülkelerinde “Aleviliği Din Tanıma” faaliyetlerinin artacaktır.
“Danimarka, Hollanda, İsveç Aleviliği kendine özgü bir inanç” yani “din olarak” tanıdı.
Avusturya`da, 22 Mayıs 2013 tarihinde yayımlanan bir kararname ile Alevilik “kendine özgü bir din” ve Aleviler de “Din Toplumu” statüsüne kavuşmuştur.
Bu tanınma ile Avusturya Devlet okullarında “Alevilik Din Dersi” verilme hakkı elde edilmiştir.
Alevilikle ilgili çalışmalarda merkez işlevi gören Almanya’nın Berlin, Baden Württemberg, Kuzey Ren Vesfalya, Bavyera, Hessen Eyaletleri ile İsviçre‘nin Basel Kantonu “kendine özgü bir inanç” olarak “din olarak” tanıyor.
Adı sayılan yerlerde bulunan Alevi Federasyon veya Dernekleri de “Din Kurumu” statüsünde kabul ediliyor”
Almanya ve Fransa devlet olarak Aleviliği “Kendine özgü Din” olarak tanımayı gerçekleştirdiğinde, herhalde Türkiye de “Aleviliği bağımsız din” olarak tanımak durumuyla karşı karşıya kalacak gibi görünüyor.
Unutmayalım ki, bir dinden ayrılarak din haline gelen anlayışlarda, en büyük düşman eskiden kopup, ayrıldıkları din olmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu bağımsız din tanımalara karşı her hangi bir tavrının, tepkisinin veya zamanında müdahalesinin olduğunu düşünmüyoruz.
Eğer ülkemiz gerekli tedbirleri alıp, milli birlik ve beraberliğimiz sağlayamazsa, Oğuza mensup Aleviler ve Alevi olmayanlar arasında son derece çetin iç çatışmalarla Türklük ve Anadolu’daki Türk macerası son derece zor bir noktaya gelebilecektir.
Aleviliği öğrenmeye, okumaya başladığım 1972 yılından bu tarafa geçen zaman içinde, Türkiye içinde ve T.C vatandaşlarının yaşadığı Avrupa ülkelerinde yüzlerce diyebileceğim konferansın yanında yüz kadar makale ve sayısı ona ve toplam baskı miktarı ellibini geçen kitaplarımla verdiğim emeklerin boşa gideceği endişesiyle her gün üzüntün biraz daha artmaktadır.
Endişem, korkum ve yüreğimdeki en büyük sıkıntı budur.
Bu acı ile ölmek de istemiyorum.
CEMEVİ İNANÇ VE KÜLTÜR MERKEZİ Mİ?
“Cem Evi” veya “Cemevi” şeklinde dilimizde vardır. Genel olarak da Köy Bektaşiliği(Kızılbaşlık)nde, köyde “Dede” bulunmuyor ve başka yerden geliyorsa, komşular, hangi evde cem yapılacağı (toplanılacağı) veya tarikat toplantısının hangi evde yapılacağını öğrenmek istediğinde, bilgisi olduğunu zannettiği komşusuna:
“- Kız fatma! Cemevi kimin evi, diye sorup öğrenmek için kullanılırdı.
Şehirli Bektaşilikte “cem” tabiri de, “cemevi” tabiri de yoktu ve bu sebeple kullanılmazdı. Şehirlinin sürekli bu maksatla yapılmış Karacaahmet Dergâhı, Şahkulu Sultan Dergâhı, Abdal Musa Dergâhı, Sarı Saltuk Dergâhı gibi bütün şehirlerde Bektaşi Dergâhları vardı.
İstanbul, Bursa, Edirne gibi şehirlerde nerede ise, her mahallede Bektaşi dergâhı bulunurdu.
Köy Bektaşileri(Kızılbaşlar)ne ait toplantılar, toplantıya katılacakları alacak kadar büyük olan kimin evi varsa, o evde yapılırdı.
Bunun içinde köylerde “cemevi” adıyla yapılmış tarihi ve kültürel bir bina örneği yoktur.
Dergâh, Tekke ile eş anlamlıdır. Her iki kelime de tarikat toplantılarının ve tarikat ibadetlerinin yapıldığı mekân demektir.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde “Şeriat”ın ibadeti olan “cemaatle namaz” sadece camilerde kılınırdı. “Tarikat”ın ibadeti olan zikir, cem, devran, …” gibi isimlerle anılan toplantıların ise camide yapılmasına izin verilmezdi.
“Aynı şekilde, tarikat ibadetinin de yapıldığı dergâh, tekke ve zaviyelerde de şeriatın ibadetinin yapılmasına (cemaatle namaz) izin verilmemiştir.
Sebebi de gayet açıktır.
Tarikatların merkezlerinde, serbest sohbet, muhabbet, şaka, masal, tanışma, vakit geçirecek haram sayılmayan oyunların oynanması ve farklı eğitimlerle birlikte, boş vakit geçirme, iş ve meslek kursları, okuma yazma öğrenme, birlikte veya ayrı ayrı kitap okuma; musiki, tezhip, kakmacılık gibi sanat ve zanaat çalışmaları ile sosyal ilişkilerin tamamı yapılabilirdi. Yorgun olanlarla erken uykusu gelenlerin yatıp uyuduğu, hastalar, yolcular, sahipsizler misafirlerin ağırlanması da bu mekanlarda yapılabilirdi.
Dergâh, tekke ve zaviyelerde öyle uygulamalar vardı ki, bunlardan bir kısmı bu günkü tarikatlarda hoş karşılanmayabilir de. Mesela, yemek vakti, yatan, uyuyan, sohbet eden, hasta, yolcu kim varsa mutlaka sofraya çağrılırdı. O sırada, her hangi bir yere gittiği ve geleceği bilinen derviş veya tanıdıkların yemekleri de mutlaka ayrılır, geldiğinde ikram edilirdi.
Ezan okunup, namaz vakti geldiğinde ise, buralarda cemaatle namaz kılınmazdı. Cemaatle namaz kılmak için istisnasız, bütün tekke, dergâh ve zaviyelerin dışında, ama yakınında mescid olurdu, cemaatle namaz orada kılınırdı.
Yani şeriatın zorunlu ibadetlerinin yapıldığı yerler ile tarikatların gönüllü ve isteğe bağlı olan ibadetlerinin yapıldığı yerler ayrılmıştı.
Şeriat, dediğimiz şey, “Kelime-i Şehadet”e iman ve bunu dili ile ikrarla başlayan İslam Dinini ifade eder. Şeriatın zorunlu ibadetlerini, günlük, haftalık ve bayramlık ibadetler olarak tasnif etmek mümkündür.
Günlük namazlar tek başına yerine getirilebileceği gibi, cemaatle kılınması daha çok sevap olarak kabul edilir. Ayrıca sosyal gelişme ve medeni ilişkilerin gelişmesi açısından günde beş defa camiye gidip gelme son derece önemli sosyal bir faaliyet ve hayırlı sonuçları olan; dünyevi ilişkilere de sebep olur.
Haftalık ve bayramlık ibadetler sadece cemaatle kılınabilir. Bu hiç olmazsa cami veya mescidin bulunduğu semt veya mahalle halkını haftada ve bayramlarda zorunlu olarak bir araya getirerek, orada olup biteni öğrenme, komşulardan haberdar olma ve sosyal faaliyet ve ilişkileri geliştirmeyi de zorunlu kılardı.
Bütün tarikatların merkez veya taşra olarak kabul edilen dergâh, Tekke ve Zaviyelerinin yanına yapılmış cami veya mescitler bu amaçla yapılmıştı. Bektaşi Dergâhları da öteki dergâh, Tekke ve Zaviyelerin tabi olduğu hukuka tabi idi.
Tek başına namaz kılacak, cemaate gidemeyen veya gecikenlerin tek başlarına namazlarını Tekke, Dergâh ve Zaviye’de kılmasına ses çıkartılmaz, yatan, uyuyan, hatta namaz kılmadığı bilinen kişilere “haydi, namaz vakti” gibi uyarı yapılmaz veya “namazını kıl” yahut “namazını kıldın mı” diye soru sorulmazdı. Namaz eğitimi ailede ve ilk mektepten itibaren sürekli yapılırdı. O ayrı işti.
– Yemekte herkesi çağırıyorsunuz da, namazdaki bu ilgisizlik neden, diye soran olursa da:
– Namaz Allah’ın emri… Allah’la onun arasında bir iş. Biz ona karışmayız, ama yemek yemezse hasta olur, bir şey olur, başımız belaya girer, şeklinde cevap verilirdi.
Bu anlayış ve hoşgörüye bu gün ne kadar ihtiyaç olduğunu anlatmaya ihtiyaç da yoktur.
Bu noktada Cemevi olsa olsa, şehirde yaşayan Köy Bektaşileri (Kızılbaş veya bugünlerde ki deyimle Alevi) dergâhı anlamı taşıyor. Cemevi, asla bağımsız bir din veya mezhebin inanç merkezi değildir.
Yani cemevi de Bektaşi dergâhı, Tarikat toplantı ve tarikat ibadetinin, kendi usul ve erkânına göre yapıldığı mekânın adıdır.
Burada ifade edilen usul ve erkân, köy Bektaşileri olan ve tarihi olarak Kızılbaş, tahtacı, Çepni, Barak, Türkmen, Sıraç, Dodurga, Kıyıevli, Karaevli gibi Oğuz’a ait aşiret isimleri ile veya Tunceli Erzincan arasında olduğu gibi Kürt diye ifade edilen Hacı Bektaş Veli yoluna bağlı köylü demektir.
Bölgede Kürt kelimesi, Kızılbaş olmayan ahali tarafından –üzülerek ifade ediyorum ki – Kızılbaş kelimesine kendilerince yüklenen kelime hakaret veya saygısızlık anlamına gelebileceği endişesiyle – “bizden değil”i belirtmek için verilmiş isimdir. Bu Kızılbaşlar bir cümle bile Kürtçe bilmezler. Horasan’dan gelme oğuz boyuna mensup insanlardır.
Yani Cemevi Tarikatın ibadethanesidir, bunda şüphe yoktur.
CEMEVİNİN ORTAYA ÇIKIŞI ŞEHİRLEŞME İLE İLGİLİ
Merhum Özal dönemi ve sonrasında, köylerin şehirlere göçle boşalmaya başlaması ve 8 yıllık zorunlu eğitimin de ülkenin coğrafi ve iklim şartlarına uygun olmayan “taşımalı eğitim” saçmalığı ile nerede ise, %80 lere varan bir yoğunlukla ve sadece çocuklarını okutma amacıyla başlayan şehirlere akın şehirleşmede önemli yer tutar.
Tabi şehirleşme veya şehirlileşme, köyden şehre göçle hemen gerçekleşen bir olgu değildir. Bu bir eğitim yanında, sosyal gelişme ve kültür meselesidir.
İşin bu tarafının acınacak ayrı bir durum olduğu ve konumuzun dışında kaldığı için buna temas etmeyeceğiz.
Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması, pek çok insanımızın fark etmediği sosyal, siyasal ve kültürel gelişmelere ve değişmelere sebep oldu.
ABD ve AB 1984 yılından itibaren Sovyetlerin dağılacağını –belki de gün hesabıyla– biliyordu ve hazırlıklıydı, Türkiye ise bu dağılmaya hiç mi hiç hazır değildi.
Bu konuda en çok değişme veya gelişmelerden bir kısmı da bizim şehre gelmiş Köy Bektaşilerinde ve bu gün Alevilik diye ifade ettiğimiz kesimde yaşandı.
Bu dağılma sırasında yapılan en önemli işimiz bağımsızlık ilan eden Türk Cumhuriyetleri ile tarihi ve kültürel yakınlığı olan ülkeleri ilk tanıyan ülke olmamızdır.
Sovyetlerin silah kullanmadan dağılmasını planlamış küresel güçler ve ortakları, dağılma sonrası için belli plan ve projeler de hazırlamışlardı.
İlgilenenlerin çok iyi hatırlayacağı gibi, Sovyet tehdidinin ortadan kalktığı gerekçesiyle Nato’ya ve dolayısıyla Türkiye’ye ihtiyaç kalmadığı dillendiriliyordu.
Belki de projelerden biri de buydu.
Ancak Türkiye’nin hiç beklemediği bir şey olmuştu ve beş Türk Cumhuriyeti ile Tacikistan ve balkan ülkeleri diye bağımsız devletler oluşmuştu.
Bu ülkelerin batı ile ilişkilerinde ve yenidünya düzeninde güvenebilecekleri en önemli ülke de Türkiye idi.
Belki de Türkiye için yeni doğan bu talepler sebebiyle Türkiye ve Nato dağılmaktan kurtuldu.
Türkiye dağılmaktan, bölünmekten kuruldu ama Türkiye’ye kalmış hesapları olanların hesaplarına devam etmesinin önünde de hiçbir engel de kalmamıştı.
Bilindiği gibi, tarihi olarak Kürtçülük hareketinin merkezi Paris’ti. Şimdi yeni bir hareket doğmaktaydı ve AB ülkelerinin lideri ve motoru durumundaki Almanya bu yeni hareketin merkezi olma işini kendisi üslenmişti.
Yeni meselenin adı, ALEVİLİK’ti…
Sovyetler dağıldığında, çok sayıda Marksist, Leninist, ateist örgütçülük ortada kalmıştı.
Almanya bunlara yeni bir örgüt ve çalışma alanı buldu. Bu alan bu eskilerin de eskiden mensup oldukları Alevilikti. Fakat bunların hiç birisinin Alevilikle bağı kalmamıştı.
Bu eski Marksistler, tıpkı Türkiye’de yaşayan ve yurt dışına kaçmamış Marksistler gibi, Alevilerin tarikat önderi olan Dede’ye “sömürücü”, “kapitalist” gibi bakıyorlardı.
Hatta köylerine gelip, halkın yola bağlılıklarının devamı için “görgü cemi”, yeni yetişenler için “ikrar” alan Dede’yi köyün dışında durdurup, üzerindeki paraları soyup, elleri ayaklarını bağlayıp yolun kenarına bırakanlar da vardı. 1980 sonrasında kışın soğuk günlerinde bu tür olaylardan Jandarmaya intikal etmiş pek çok kayıt vardı. Bu örneğin yaşandığı en önemli il de Tunceli idi.
Köylerinde iken, İkrar vermiş (tarikata giriş töreni yapılmış) olanlar da bunu unutmuş, unutmayanlar da bunu lüzumsuz bir şey gibi görmeye devam ediyordu.
İşte bu aslanlar, Almanya’da Alevi – Bektaşi örgütleri kurmaya başladılar ve ülkemizdeki akraba ve arkadaşlarına da burada da benzer örgütlenmeleri tavsiye ettiler.
1990 öncesinde, daha çok şehirli Bektaşilerin kurduğu ve liderliğini yaptıkları “Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği”, “Hacı Bektaş Veli Kültür ve Dayanışma Derneği” türü çok az sayıda dernek vardı. Bir iki tane de vakıf saymak mümkündür.
İşte bu örgütlenme ile gül gibi bir çocuk dünyaya geldi, adını “cemevi” koyduk.
Şimdi Almanya, Avusturya, Fransa, İsviçre, Belçika, Hollanda, Danimarka, İsveç, İngiltere, Romanya, Norveç ve İtalya gibi ülkelerin tamamında onlarla Alevi derneği ve bunların bağlı olduğu federasyonlar, birlikler bulunuyor.
Ülkemizde vakıf, dernek, federasyon gibi örgütlerin kuruluş tarihine bakanlar, yukarıda sayılan ülke örgütlerinden önce kaç örgüt vardıyı bulacaklardır.
İşte bu yeni dönemde “Cem Evi” diye bir yapı çeşidi çıktı ve Alevilik meselesinin başköşesine oturdu.
CEMEVİ İBADETHANE
Günümüzün en önemli sorusuna başlıkta cevap verdik.
Evet, Cemevi ibadethanedir.
– Ama kimin ve neyin ibadethanesidir?
Asıl cevabı verilmesi gereken soru da budur.
– Cemevi, bir dinin veya mezhebin ibadethanesi midir?
– Hayır, Alevilik bir din veya mezhep olmadığı için Cemevi bir din veya mezhebin ibadethanesi değildir, olamaz da.
– Peki, mademki ibadethanedir, o zaman neyin ve kimin ibadethanesidir? Burada hangi ibadet, nasıl yapılır?
Bunu anlamak ve bir problem varsa, onun nasıl çözüleceğini anlamak için sabırla bu yazının tamamının okunması gerekecektir.
Sebebine gelince, din nedir, mezhep nedir, yol ve erkân ne anlama geliyor sorularına cevap vermeden bu soruya cevap vermek, Mevlana’nın anlattığı köre fil anlatma hikâyesindeki örneğe uygun olarak, hiç fil görmemiş insanın karşısına tanımadığı bir hayvan, mesela zürafa çıkarıp, “fil budur” demek gibi olacaktır.
Unutmayalım ki, en büyük terör olaylarını düzenleyen PKK, KCK, Devrimci Yol, TDP, TKPB, TKP/ML, MLKP-K, TİKKO, Kürdistan Aleviler Birliği ve benzeri örgütlerin üst yönetimi dâhil, önemli sayılacak mensuplarının Alevi kökenli ateist (eski Marksist-Leninist)ler olduğu dikkate alındığında meselenin önemi daha iyi anlaşılabilir.
Alevilik konusu sosyal, kültürel, dini, hukuki, stratejik bir sorun olmakla birlikte özü itibariyle bir din sorunudur. İşin doğrusu en önemli din sorunu olduğu gibi, aynı zamanda bir şehirlileşme ve sosyal gelişme sorunudur.
Olayı bu şekilde görmeden ve anlamadan yapılacak çözüm önerilerinin başarı şansı olmayacaktır.
Şehirde, köydeki hayatın aynısını sürdürmek ne kadar zor ise, köydeki usul ve erkânla şehirde dini, tarihi, kültürel ve sosyal hayatı sürdürmek daha zordur.
Bu noktadan Alevilik problemine bakıldığında çok ciddi ve karmaşık problemlerin içi içe geçmiş olduğunu görürüz.
Bir örnek olmak üzere, köyün Dedesi, köydeki herkesi tanıdığı gibi, köylüler de onu çok yakından bilir ve tanırlar.
Dede’nin bu görevi yapabilmesi de Hacıbektaş ilçesinde oturan, “Hacı Bektaş veli Postnişini” olan ve “Çelebi”, “Serçeşme” gibi unvanlarla anılan zat veya makamda tarafından görevlendirilmiş olması zorunludur. Halen ülke genelinde görev yapanların hizmet bölgeleri, köy köy kimlere ait olduğu bilinmekte; ailelerin ellerindeki “İcazetname”lerde de bunlar yazılıdır.
Dede hiçbir surette bu kendisine verilmiş bölge dışında hizmete yetkili değildir.
Alevi dediğimiz vatandaş da ancak, kendisine “İkrar” verdiği Dede’nin düzenlediği “Cem Ayini”ne katılabilir; Dede Hakka yürüdüğünde, ailesinden birisini Çelebi yetkilendirebilir.
Hâlbuki şehirlerde bu klasik sisteme uymayan yapılar oluşmuştur. Dede, diyelim ki Tunceli köylerinde görevli (yetkili) bir zattır. Görevli olduğu Cemevini yaptırmış Vakıf veya Dernek tarafından atanmıştır. Manevi olarak orada yetkisiz olduğunda da tartışma bulunmamaktadır.
Dede düzenlenecek Cem’e geleceklerin çoğunu hiç tanımadığı gibi, “talip” sıfatıyla gelenler de Dede’yi hiç tanımamış insanlardır.
Diğer taraftan usul ve erkan kuralları gereği, ikrar vermemişlerle, yabancıların da alındığı salonlarda bu toplantılar, yola veya erkana ne kadar uygundur?
Maaşlı Dernek Dedesi veya Vakıf Dedesi tarihi geçmişte ve gelenekte yoktur. Bu durum şehirli sosyal hayata kuralları içinde çözülmesi gereken ve çok önemli olan bir problemdir.
HACI BEKTAŞ VELİ YOLU
Selçuklu Devletinin yıkılış döneminde Hacı Bektaş Veli ve arkadaşlarının Anadolu’ya gelişi ile başlayan ve Osmanlı Devletinin kurulmaya başladığı yıllarda oluşan Hacı Bektaş Veli yolu, o devirlerde konar-göçer Türkmenler arasında KIZILBAŞ adı ile başlamış, XVI. Yüzyılın başlarında da aynı yolun şehirli kolu olan BEKTAŞİLİK, Balım Sultan tarafından kurulmuştur.
Bu gün yaygın olarak kullanılan ve kabul gören terim KIZILBAŞ kelimesi yerine, “Alevi” kelimesidir.
Aleviliğin yazılı kaynağı yoktur, “Alevilik şifahi kültürdür” iddiası yanlıştır. Hiçbir yazılı kaynak olmasaydı bile, sadece Yunus Emre’nin şiirlerinin elimizde olması bile bu yolun Hünkâr Hacı Bektaş Veli zamanından bu tarafa varlığını ve kesintisiz yaşadığını başka delil aramaya gerek bırakmadan ispata yeterlidir.
Alevi halk, kendisini daha çok halk şairlerinin şiirleriyle anlatır. İnanç, yol, erkân nesi varsa onları şiir(nefes)le ifade etmektedir.
Alevi Şair olarak kabul edilen şairler içinde en önemlileri olarak; Yunus Emre, Şah İsmail Hatai, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Kul Himmet, XX. yüzyıl Türk Halk şairleri “Âşıklar” arasında da Aşık Davut Sulari, Aşık Hüdai, Aşık Selmani, Aşık Beyhani, Mahsuni Şerif, Hüseyin Çırakman ve elbette Aşık Veysel’i saymak gerekecektir.
Biz de kendisini Alevi sayan ve çoğunluğunun örgütlere bağlı olmadığı bilinen büyük Alevi kitlenin inanç, yol ve erkân anlayışını bu şairlerin şiirleriyle özet olarak anlatmak istiyoruz:
Yunus Emre:
“Şeriat, Tarikat yoldur varana
Hakikat, Marifet andan içeru”
Diyerek “4 Kapı” olarak anılan “Yolu” anlatır ve
Evvel kapu şeriat, geçse andan tarikat
Gönül evi marifet, ışk hakikat içinde
Şeriat şîrîn olur, işidene hoş gelur
Ne kim dilerse kılur ol şeriat içinde
Tarikat can yoldaşı, cân ile olur işi;
Tarikata giren kişi dün – gün ibret içinde
Marifet gönül ile dün ü gün zârıyıla
Söylesem gelmez dile sırrı sıfat içinde.
Hakikat ışkdur ıyan görsün ol şebih beyan,
Hakikat donın giyen ağır hil’at içinde.
Herkim şeriat bile hem okuya hem kıla,
Ol gerek kim er ola dün-gün taat içinde.
Ger taat kılmazısa üstâda varmazısa,
Şer’iden olmazısa, adı lanet içinde.
Bu dört menzildir utan ledün makamın tutan
Ol dört menzile yeten tamam murad içinde.
**
“Muhammed dinidir bizim dinimiz,
Tarikat altında geçer yolumuz,
Hem Cibril-i Emin’dir rehberimiz
Biz müminiz, mürşidimiz Ali’dir.”
Pir Sultan Abdal
**
Şeriat öğrendim bin bir ad için
Hakikat öğrendim, aynı zat için
Marifet öğrendim bu sıfat için
Tarikata hizmet ettim ezelden
Şah İsmail Hatai
Diyerek her iki ozan da Yunus’u tekrar eder ve “4 Kapı”yı anlatırken “Tarikat”a özel vurgu yapar.
Davut Sular Canlar Canı
Mevlana Mahmut Hayranı
Mürşidim Veysel Karani
Evvel Allah, âhir Allah
Bendeyim Allah, Eyvallah
Dönemem Estağfirullah
İmanım “Amentü Billah”
Davut Sulari
“Can olanı can bilir
İnsanı insan bilir
Her sırrı Sultan bilir
Lailahe illallah
Cümle âlem zât imiş
Derya-yı hikmet imiş
Hak ile vuslat imiş
Lailahe illallah
Tesbih ü zikreylegil
Allah’a şükr eylegil
Bu sözü fikreylegil
Lailahe illallah”
Kaygusuz Abdal
**
“Gel ey Muhammed ümmeti
Bu devlete, saadete
Bu din Muhammed dinidir
Parmak getir şehadet’e
Şah İsmail hatai
**
ŞERİAT- TARİKAT- NAMAZ
Şeriat yolunu Muhammed açtı
Tarikat gülünü Şah Ali seçti
Şu dünyadan nice yüz bin er geçti
Anlar ittifakta, Mehdi yoldadır.
Şah Hatai’m eydür sırrını deme
Kılagör namazın kazaya koma
Şu yalan dünyada hiç sağım deme
Tenin teneşirde, sinin saldadır.
Şah İsmail Hatai
**
32 FARZ
İslamın şartını sual edersen
İcmalinde şartı beştir efendi
Muradın ger iman öğrenmek ise,
Anın da adedi şeştir efendi
Savm ile salat, zekat ile hac
Malın var ise, Hak yoluna saç
Biri şehadettir, lisanını aç
Bu sana acaib iştir efendi
Peygamberleri sev, anlara inan
İnanmayanlardır ol nare yanan
Melek, kitap, ahret olmaz mı ahsen
Var ise imanın hoştur efendi
Din Muhammed dini, cümleden asıl
Gayri dinleri bilmezem nasıl
Ziyade değildir, üç farzdır gusül
Mazmaza, istinşak, beden yaştır efendi
Biz dört biliriz abdestin farzın
Gel, öğrenmeğe var ise kastın
Dirseklerin mail, yumalı destin
Vech ile ricleyn yaştır efendi
On iki şart vardır salatın
Kılıp ânı menziline iletin
Aynel yakîn var ise bir illetin
Anın da adedi şeştir efendi
Hadesten, necasetten eyle taharet
Ört avret yerini, etme kerahet
İstikbali kıble, vakitle niyet
Bu altı saydığın dıştır efendi
Tekbir al, ellerin başına götür
Kıyam, kıraat, rükû, sücuddur
Kaide-i ahirede, bir miktar otur
Kılarsan ne güzel iştir efendi
Kaygusuz Abdal’ın bildiği böyle
Noksanı var ise, doğrusun söyle.
Su bulunmaz ise, teyemmüm eyle
İki darp, bir niyet; üçtür efendi.
Kaygusuz Abdal
**
Âşık Veysel’in dedikleri ise, en çok hatırlanan dizelerdir:
Aslım Türktür. Elhamdülillah Müslüman.
Şükür, “Amentü”ye etmişiz iman
Kalbime yaraşmaz şirk ile güman
Gönlümüz nur ile doludur kardeş
*
“Birleşiriz bir bayrağın altında,
Biz Türklerin ikilik yok aslında
Yanar tutuşuruz vatan aşkında
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız”
Aşık Veysel’in “Birlik Şiiri”ni bir şaheser olarak saymak gerekiyor:
BİRLİK ŞİİRİ
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbü’l âlemin’dir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası.
Kürt’ü Türk’ü ne Çerkez’i
Hep Âdem’in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi?
Kur’an’a bak İncil’e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası.
Bin bir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma asi.
Yezit nedir ne Kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmektir tek çaresi.
Kişi ne çeker dilinden
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası.
Bu âlemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevî Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası.
Cümle canlı hep topraktan
Var olmuştur emir Hak’tan
Rahmet dile sen Allah’tan
Tükenmez rahmet deryası
VEYSEL sapma sağa sola
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir belâ
Dava insanlık davası
Aşık Veysel
ALEVİ HALK VE ALEVİ ÖRGÜTLERİ
Ülkemizde yaşayan ve kendisini “Alevi” olarak tanımlayan halk aynen Aşık Veysel gibi, “Türküm, Müslümanım” demekte, kendisini “Türk Milleti’nin özü” olarak kabul etmektedir.
Alevi örgütleri kuranların önemli bir kısmı, yıllar önce Alevilikle bağını koparmış, Sovyetlerin çöküşü ile yaşadıkları şoktan uyandıklarında kendilerini Alevi örgütü yöneticisi olarak gören Marksist ideolojiyi dünya görüşü olarak benimsemiş kimselerdir.
Bu sebeple de Alevilik konusu incelenip değerlendirilirken halk ile örgütlerin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir.
Bu yapılmadığında sorun anlaşılamaz ve/ya çözümlenemez.
ALEVİ OLMAYAN KESİMLERDE ALEVİLİK ALGILAMASI
Üzülerek ifade etmeliyiz ki, başta Diyanet İşleri Başkanlığı çalışanları olmak üzere Alevi olmayan veya kendisini Alevi olarak adlandırmayan kesimde son derece olumsuz ve Aleviliği dışlayan yerleşmiş bir anlayış vardır.
Bunu kolay kolay doğrusu ile değiştirmek de pek kolay görünmemektedir. Problemin en önemli noktalarından birisi de burasıdır.
Ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan bu kesimde “Alevilik nasıl algılanıyor?” sorusuna cevap verilerek başlamak lazımdır.
Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı yönetici ve çalışanları arasındaki algılamalar halkın da algılamalarına örnek olacağı için bu kurum çalışanları arasındaki algılama biçimlerini cümleler halinde sıralamak uygun olacaktır:
– Alevilik ayrı bir dindir.
– Alevilik sapık bir din anlayışıdır.
– Alevilik İslam dışıdır.
– Alevilik ateizmdir.
– Alevilik Müslümanlığın içindedir.
– Alevilik bir kültürdür.
– Alevilik bir alt kültürdür.
– Alevilik bir mezheptir.
– Alevilik diğer tarikatlar gibi bir tarikattır.
Tamamına yakını din eğitim ve öğretimi gören ve doğrudan din konusu ile meşgul olanlardaki algılama bile bu kadar yanlışlıklar, çelişkiler içermektedir.
İlahiyat fakültelerinde yapılmış master ve doktora çalışmalarında da “Alevilerin Şii/Caferi olduğu”na dair tezler olması bu şaşkınlığın eseri olmalıdır.
Toplumun Alevi olmayan katmanlarında da “kestiği yenmez”, “kendileriyle evlenilmez” şeklindeki algılamanın yaygın olduğu da bilinmektedir.
Din ile ciddi ilişkileri olup olmadığı tartışılan sanatçı, programcı gibi insanların rastgele söyledikleri “mumsöndü” sözleri bu alandaki anlamaların ne kadar yanlış olduğunu göstermesi bakımından önemli değil midir?
Belirtilen sebeplerle öncelikle Alevi olmayanların tamamının “Alevi algılama”larını düzeltecek “toplumun din konusunda doğru olarak aydınlatılması sorunu” bulunduğu kabul edilmelidir.
Bu kabul, sorunun çözülmesindeki temel sosyal yapıyı oluşturacaktır. Bu son derece önemlidir.
Alevilik konusunda, öncelikle “görüş birliği” sağlanması gereken en önemli alan Diyanet İşleri Başkanlığı alanıdır.
Bu sağlanmadan Alevilik meselesi çözülemez. Çünkü din konusunda devletin ana hizmet birimi Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Bu sıfatla sorunun çözüleceği yer de burasıdır.
TÜRKİYE’DEN İSTENENLER
1960 – 65 arasında da ülkemizde Alevi problemi vardı. O zaman Aleviler (özellikle merhum Avukat Cemal Özbay, Sinasi Koç, Halil Öztoprak ve arkadaşları) “Aleviliğin hak mezhep olduğunun Diyanet tarafından tanınmasını” istiyorlardı.
“Alevi Çalıştayları” sonunda hazırlanan raporlardan birinde de “Diyanet’e Mezhepler Genel Müdürlüğü” kurulmasının çıkmış olması bu bakımdan son derece ilginçtir.
Bu öneri sahipleri, her halde Aleviliği ayrı bir mezhep kabul etmiş veya mezhep olmasını arzu ediyor olmalılar.
Günümüzde ise, Aleviliğin, Yıllık İlerleme Raporlarında, AB’nin azınlık dini olarak gösterilmesi, “Aleviler ve gayrı Müslimlerin dini özgürlükleri…” gibi ifadelerle gayrimüslimlerle birlikte anılması ve AB tavsiyesine uyularak ve/ya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ile Aleviliğin bir din haline getirilme çabaları görülmektedir.
Hatta bunun 2014 yılına kadar gerçekleşeceği endişesi düşünen kafaları çatlatacak ve beyinleri kafatasından dışarıya fışkırtacak bir ıstıraba dönmektedir.
30 Eylül 2013 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan “Demokratik açılım paketi” içinde Alevilik konusunda beklentilere cevap çıkmamış olması bütün medyayı ve beklentisi olanları şoka sokmuş görünüyor.
Hâlbuki bu yazının başlarında bahsedilen konular açılım programında yer almış olsaydı, problem haline gelmiş veya getirilmiş Alevilik probleminin ne kadarını çözmüş olacaktı?
Meselenin özünü doğru algılamadan, yani doktorun yanlış teşhis koyduğu hastayı tedavi etmek yerine yeni hastalıklara ve problemlere sebep olan tedavisi gibi, beklenenler açıklanmış olsaydı, işler daha da karışmış olacaktı.
Bize göre Alevilik konusunun “paket”te yer almaması yerinde ve hayırlı görünüyor.
Bu sorunun, Aleviliğin türdeşlerinin sorunu ile birlikte nasıl çözüleceği bu yazının sonunda açıkça anlatılacaktır.
Çözüm tekdir ve başka da çare kalmamıştır. Oyalamalar, yeni ve daha karmaşık sorunlara sebep olacaktır.
TARİKATLAR YASAKLANMADAN ÖNCEKİ DURUM
Tarikatlar, İslamın felsefi, medenî (şehirli) entelektüel düşünce boyutunu ifade eden İslam tasavvufunun uygulama alanıdır. Bu pencereden bakıldığında tarikatlar dinî bir kurum değil, yaygın eğitim kurumları idi.
3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti’nin ilgası ve Diyanet işleri Reisliği ile Genelkurmay Başkanlığı’nın kurulması hakkında kanunun Diyanet’le ilgili 5. Maddesinde şu madde vardır. “Tekâyâ ve zevâya’nın idaresine, şeyh ve sair müstahdeminin tayin ve azillerine Diyanet işleri Reisi memurdur”.
Bu uygulama tarikatların fiilen kapatıldığı 31. Aralık 1925 tarihine kadar uygulanmış ve Osmanlı döneminden kalan “Meclis-i Meşayih Nizamnamesi” (Şeyler Meclisi Tüzüğü ile 8 yönetmelik) de bu dönemde yürürlükte kalmış ve Cumhuriyet’in mevzuatı arasında yerini almıştır.
1868 tarihinde başlayan ve tarikatların kapandığı 31 Aralık 1925 tarihine kadar da uygulanmış ola bu mevzuat incelendiğinde aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkacaktadır:
1.Tarikat konusu, İslam tasavvufunun uygulama yerleri olmakla birlikte, tarikatlar dînî kurumlar değil, dünyevî kurumlardır.
2.Bu sebeple de tarikatlara ilişkin düzenleme yetkisi, şekli ve biçimi dâhil, kamu düzenini sağlayan devlete ait bir görevdir. Şeyhlik ve Mürşitlik din tebliği (toplumu din konusunda aydınlatma görevi)ne ilişkin temel ilkeler, tarikatlar için de geçerli ilkelerdir.
3.Tarikatların öncelikle güvenlik, maliye ve din denetimi (dine ve tarikat kurallarına uygunluk denetimi) gibi üç temel denetime tabi olduğu görülür.
4. Şeyhler ve dervişlerin kayıtlarının tutulacağı ayrı ayrı defterler olacağından, kimin tarikat şeyhi veya üyesi (talip veya derviş) olduğu açıkça ve herkes tarafından bilinebilir.
5. Devlet kendisine müracaat ederek, elinde şeyhlik, Dedelik, Çelebilik, … gibi belgesi olan ve/ya şeyh olmak isteyenleri, öncelikle eğitime tabi tutarak, kendi alanlarında yetiştirme ve bunlar içerisinde bu işi yapabileceklere şeyhlik belgesi vererek, yahut şeyh olarak nerede görev yapacağını belirleyerek, tarikata girmek isteyenlerin beklentilerine doğru cevap verilmesini sağlamış olacaktır.
6. Alevilikten – Nakşîliğe hiçbir tarikatın siyaset yapmasına imkân bırakılmamış olacağından siyaset – tarikat ilişkisi kesilecek, ülke gerçekten laikleşmiş olacaktır.
7. Osmanlı uygulamalarında, her tarikatın birinci adamı, Padişah fermanı (kararname) ile ve “dergâh Mütevellisi” (dergâh yöneticisi) olarak atanmıştır; hiç kimseye, pir, şeyh gibi dinî anlam ifade eden unvan verilmemiştir.
8. daha alt görevlilerin Mütevelli tarafından atanmasında, temel nitelikler belirtilmiş, sınavla atanmada, nasıl ve nelerden sınav yapılacağı kurala bağlanmıştır. Ehli olmayan yakınların atanması önlenmiştir.
TARİKATLAR EBEDİ OLARAK KAPATILMAMIŞTI
12 Eylül sonrasında yasaklanan siyasi partilerin serbest bırakılması sonrasında, DSP Genel Başkanı Merhum Bülent ECEVİT’le, Oran’daki evinde yaptığım görüşmede Sayın ECEVİT’in yaptığı açıklama, kendisi hayatta iken birkaç kere muhtelif yayın organlarında da yayınlanmıştır.
Kendisiyle Alevilik konularını görüştüğümüz Sayın ECEVİT, CHP’den ilk milletvekili olduğunda, CHP Gurup Toplantılarının birinde yaptığı konuşmada,
“Tarikatların kapatılmasından sonra, aynı misyonu yerine getirmek üzere kurulan Halkevleri’nin etnografik malzeme, dil ve kültür üzerine, özellikle de türkü derlemelerinde başarılı olduğunu, fakat halkın yaygın eğitiminde başarılı olamadığını, tarikatların ise, yaygın eğitim kurumları olduğunu anlatarak, tarikatlar yeniden açılmalıdır” konusunu gündeme getirmiş, Genel Sekreter Merhum Kemal SATIR ve arkadaşları kürsüye (Sayın Ecevit’in üstüne) doğru yürümüşler. Merhum İsmet Paşa ortalığı yatıştırmakta zorlanmış.
Daha sonra Sayın ECEVİT’i odasına çağıran Merhum İsmet Paşa,
“ – Biz tarikatları ebedi olarak kapatmadık. Zamanı gelince açılacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, bizim arkadaşlarımız bile bunu henüz anlamamışlar” diye Sayın ECEVİT’in gönlünü almış.
Bu tarihi hatıra, kişisel ve toplumsal hak ve özgürlükler ile sosyo – kültürel gelişmeler Merhum İsmet Paşa’nın belirttiği zamanın geldiğini, hatta biraz da geçtiğini göstermektedir.
“Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Anıları”nda bu kanunun yasalaştığı Bakanlar Kurulu Toplantısı Tanrıöver’in şu sözleriyle nakledilmektedir:
“Haber almıştık, Hey’et-i Vekile (Bakanlar Kurulu)’nin bu toplantısına Mustafa Kemal Paşa da iştirak edecek. O’nun Vekiller Hey’eti (Bakanlar Kurulu)’ne gelmesi çok mühim bir meselenin konuşulacağına veya ağır bir kanun tasarısının geçirileceğine delâlet ederdi.
Muayyen saatte O içeri girdi. Çünkü Vekiller Hey’eti’nin müzakeresine türbelerin kapatılmasına dair olan kanun tasarısı arz olunmuştu.
Söz aldım, içtimaa (toplantıya) riyaset eden Mustafa Kemal Paşa’ya sordum:
– Hangi Türbeler Kapatılacak?
“Paşam bu kanunda vuzuhsuz bir nokta mevcut olduğunu zannediyorum. Hangi türbeler mevzuubahis?… Selâmi Dede, Merkez Efendi, Baba Haydar Türbeleri mi? Yoksa tarihimizi yapan, bize kurtardığınız vatanı bırakan, isimleri milletimizin şereflerini teşkil eden tarihî kimseler mi? Bunu lütfen tasrih eder misiniz (açıklığa kavuşturur musunuz) ?”
O bana bir cümle içinde sert bir bakışla ve dik bir sesle: “Hepsi”dedi, “Bütün türbeler…”
“Paşam başta saydıklarımın türbelerini kapatmak değil, türbeleri temel taşlarına kadar söktürseniz itiraz etmek benim aklımdan geçmez. Fakat öbürleri bize bir vatan bıraktıkları için size bir vatan kurtarmak imkânını veren tarihimizin, mazimizin sahibi olan büyük insanlar, onların türbeleri nasıl kapatılır?
…
Düşünüyorum: Bizim memleketimiz büyük adamlarını tanımak için ne kadar fakirdir, çaresizdir. Avrupa’da, kendisine benzemek istediğimiz bu diyarda ölmüş büyüklerin adları birer ziyaretgâhtır. Onların elleri sürünen eşya mukaddesat sırasına geçmiştir. Seyranlarda bir baba, bir mektep hocası çocuklarını bir heykelin karşısına götürür, tunca, mermere geçen hizmet sahibinin tercüme-i halini anlatır. Onların müzelerde resimleri teşhir edilmiştir.
Bunlardan hiç biri bizde yok. Koskoca bir mazi göçüp gitmiş, binlerce vatan hadiminin mezar taşlarına yalnız isimleri yazılmış ve başlarına kavuklar veya fesler geçirilmiş. Fakat yüzleri yok, bu sebeple yüzlerini tanımak bile muhaldir. Elimizde yalnız bir köşe vardı. Onların türbeleri! Hiç olmaz-yavrularımızı, gençlerimizi bu türbelere götürüyor ve oradaki kemiğin karşısında yine mazi ve tarih hissini veren düşüncelerimizi anlatabiliyorduk. Demek bunların da kapısını artık örtülü bulacağız.”
Mustafa Kemal çok kızmıştı.
Reisimizin (M. Kemal Atatürk) çok kızdığını, sabit bakışından ve çatılmış kaşlarında seyrediyordum.
Başvekil İsmet (İnönü) Paşa seslendi:
“- Hamdullah Suphi Bey, buraya gelip oturur musunuz?”
Kenardan bir iskemle çekti. Bana yanında yer verdi, gittim onun yanına oturdum. İsmet Paşa, masanın altından dizime hafif bir yumruk dokundurdu.
Devlet Reisi (M. Kemal Atatürk) hâlâ yüzüme bakıyordu:
“- On sene bekle bütün türbeleri sana vereceğim” dedi.
Teessürle mukabele ettim:
“- Paşam demek bütün söylediklerim yanlış anlaşıldı. Benim hiç bir türbeye ihtiyacım yok. Demin size tarihimizi yapmışlar derken hatırladığım isimlerin sahipleri, çocukluğumdan, gençliğimden beri gönlümde boydan boya uzanma yatıyorlar. Onların türbeleri benim içimdedir.”
Gazi Paşa (M. Kemal Atatürk) diğer arkadaşlarına sordu:
“- Başka söz isteyen var mı?”
Söz isteyen olmadı. “O halde reyinize koyuyorum” dedi ve kanuna geçti”.
ALEVİLİK VE TÜRDEŞLERİ İLE İLGİLİ HUKUKİ DURUM
A. Alevilik ve türdeşleri için en önemli hukuk metni 30.11.1925 tarihli ve 677 sayılı “tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile bir takım unvanların men ve ilgasına dair kanun”dur.
B. Tarikatları yasaklayan ilgili 677 sayılı kanunla şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik ile bu unvan ve sıfatların kullanılması ile bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifası ve kıyafet giyilmesi yasaktır.
Yukarıda sayılan sıfat veya unvanlar bütün tarikatlarda kullanılan ortak sıfat veya unvan olmakla birlikte, “müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık ve halifelik” doğrudan Alevilik ve Bektaşilikle ilgilidir.
Çelebilik daha çok Mevlevi ve Alevilerce kullanılır. “Alevi Dede”lerinin Hacı Bektaş Pir Postu Vekili “Serçeşme” olarak kabul ettikleri “Çelebi” Hacı Bektaş Veli’nin soyuna mensup olanlar arasından Osmanlı döneminde “Ferman-ı Humayun” (kararname) ile “Mütevelli” olarak atanmış kimsedir.
“Mevlevilik”te de Çelebi, Mevlana’nın soyundan gelenler arasından aynı şekilde atanan kimse idi.
Bunların ataması tarikat şeyhi olarak değil, “Dergâh veya Tekke Mütevellisi” şeklinde olurdu.
Tarikatlarla ilgili yasak sonrasında, son atanmış çelebilerin “Hakk’a yürümesi” sonrasında aile içi seçimle veya yaşayan Çelebi’nin kendisinden sonrasını işaret etmesi ile belirlenmiştir.
C. Anayasanın 174. Maddesi ile anayasaya aykırılığı iddiasında bulunulamayacağı hükme bağlanmış 8 inkılâp kanunundan biridir.
Bu madde genellikle yanlış olarak “değiştirilemez” şeklinde yorumlanmakta veya anlaşılmaktadır. Burada sayılan 8 kanundan bazılarında zaman içinde değişiklikler yapıldığı hatırlanmamaktadır.
D. 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu “ Atatürk İlke ve İnkılâplarının ve Laik Devlet Niteliğinin Korunması” üst başlıklı ve “Atatürk İlke ve İnkılâplarının Korunması” matlaplı 84. Maddesi:
“Madde 84- Siyasi partiler, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini korumak amacını güden “ sekiz inkılâp kanunu sayıldıktan sonra,
“Hükümlerine aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar” demektedir.
Alevi Çalıştaylarının etkin ve sorunu çözebilecek kökten çözümlere yönelememiş olmasının temel hukuki engeli de bu kanun maddesidir.
Bu hüküm sebebi ile Alevilik ve türdeşleri olan Tarikatlar probleminin çözümünü siyasi partiler veya doğrudan Bakan eliyle çözümü mümkün gözükmemektedir.
Çözüm ya siyasi partilerin veya bürokratik mekanizmanın uzlaşması ve önerisi ile yapılabilir, şeklinde düşünüyor ve bunun altını da, çizmek istiyorum.
HUKUKİ VE FİİLİ DURUM ARASINDA PARADOKSAL YAPI
Alevilik/Bektaşilik dâhil bugün yaşadığımız problemlerin özü 677 sayılı kanun ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu 84. maddesindeki yasaktır. Kanun çoğunlukla uygulanmasa da problemin ana kaynağı bu yasak ve yasalardır.
Açıkça itiraf etmeliyiz ki, 677 sayılı kanunla yasaklanmış olmasına rağmen, ülkemiz falcılar, büyücüler, gaipten haber verenler, gizli tarikatlar, ne bildikleri, ne kadar bildikleri belli olmayan şeyhler ve meczuplar ülkesi haline gelmiştir.
Aksini iddia etmek mümkün de değildir. Bazı kamu kurumları ile GSM kurumları, TV.ler ve Gazeteler fallar, büyüler yayınlamakta, bu kurumların profesyonel “astrolog”ları bulunmakta, Cd.lerle benzer şeyler hizmet(?!) olarak yapılıp satılmaktadır.
Müştereken kabul ettiğimiz ortak bir ahlâktan nerede ise bahsetme imkânımız kalmamıştır. İslam ahlâkı diyemiyoruz, irticacı diyorlar. Türk ahlâkı diyemiyorsunuz, ırkçı yaftası hazır bekliyor. Sadece ahlâk diyoruz. Dini, cinsiyeti, mensubiyeti belli olmayan; sadece nasıl yemek yenir, nasıl dans edilir, içki nasıl içiliri öğreten görgü kuralları “ahlâk” adıyla kalmış görünüyor.
Ayıp gitti, günah ortadan kalktı diyenler haksız da sayılmıyor.
Merhum Atatürk’ün “olmasın” diye, “olamaz” diye belirttiği kötülükler ortalığı siyaset ve ticaret adına kapladı. Bizim tarikat iyi tarikat havası da iyi prim yapıyor.
Önümüzdeki seçimlerde de Alevisi, Bektaşisi, Kadirisi, Nakşisi, Halvetisi, Cerrahisi ile “cemaat” adlı tarikatlar çok önemli rol oynayacak.
Bu işteki rantla ilişkisi olanlar, sivil toplum örgütü imiş gibi davranmaya, gerektiğinde siyasi partiler dâhil hükümet ve/ya devleti tehdit etmeye devam edeceklerdir.
Unutmayalım ki, dünyanın her yerinde “yasağa rağbet fazladır”. Rağbetin fazla olduğu yerde rantın da büyük olduğu unutulmamalıdır.
Mevcut paradoksal yapı dikkate alındığında ülkemizin “laiklik ilkesini kabul etmiş bir devlet” görüntüsü verip vermediği tartışmaya değer durumdadır.
Görsel medyada son bir yılda en çok tartışılan konular arasında “tarikat – cemaat – siyaset – ticaret ilişkileri”nin olması da bu paradoksal yapının en anlamlı delili olmalıdır.
Başka bir sebep olmasa bile sadece bu paradoksal yapının tasfiyesi için bile tarikat – siyaset ilişkisinin kesilmesi gerektiğini takdirlerinize sunmak istiyorum.
ÇÖZÜM VE LAİKLİK İLİŞKİSİ
Fiili durum ve tarikatla siyasi partiler arasındaki gayri resmi ilişkiler ve etkileşim sebebiyle tarikatlara ilişkin yasağın uygulanamadığı ve uygulanamaz durumda olduğunda kuşku yoktur.
Çözüm, türdeşlerin tamamını içine alan, âdil, objektif ve kamu düzenine zarar vermeyecek, aksine güçlendirecek biçimde olmalıdır.
Türdeşleri içinden sadece birinin cımbızla çekilip alınarak, sadece buna hak, özgürlük veya serbestlik verilmesi, anayasanın 10. Maddesinde ifadesini bulan, “hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” kuralına aykırı olacaktır.
Kaldı ki, aynı maddeye göre, “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar”.
Çözüm düşünülürken bu hüküm göz önünde bulundurulmak zorundadır.
Bilimsel olarak, 1925 yılında tarikatların yasaklanması ne kadar lüzumlu ve doğru idiyse, şimdi aynı gerekçelerle bunları devletin gözetim ve denetimine alarak, siyaset dışı bir alanda serbest hale getirmek o kadar zaruri ve gerekli hâle gelmiştir..
Mevcut durumda sosyal, kültürel, sosyo-kültürel hayat ile dinî hayat ve laikliği illegal tarikatların ve tarikatçıların baskısından, başka türlü kurtarma imkânı da kalmamış görünmektedir.
Tarikat kaynaklı zaman zaman medyada görülen ve millet vicdanını rahatsız eden görüntülerden ayrı olarak, çıkması muhtemel sosyal çatışmalar, bölünme tehditleri kamu düzeni ve sosyal barışı ciddi şekilde tehdit edecek potansiyel bir yapı ile karşı karşıya bulunuyoruz.
Burada bahsedeceğimiz hukuki tedbirler aynı zamanda sosyolojik zaruri bir sonuç olarak değerlendirilmektedir.
Tarikatların tehdidi altında olduğunda şüphe bulunmayan laikliğin, gerçekten uygulanabilir hale getirilmesi de, tarikatların siyaset dışı alana çekilmesiyle mümkün olacaktır.
Başlangıcından itibaren İslam (Müslümanlık)ın devleti ele geçirme gibi bir amacının olmadığı topluma yeteri kadar anlatılmamış ve laiklik kelimesinin yabancı kökenli oluşu sebebiyle halk tarafından yeteri kadar anlaşılmamış olması zihin karışıklığına sebep olmuştur.
Din açısından devlet Azerbaycan Türkçesinde üç gurupta tasnif edilmektedir:
1.Dinî Devlet, din kuralları ile yönetilen devlet, Vatikan ve İsrail devleti örneği.
2.Dünyevi Devlet, dünyevi kurallarla (sosyal, kültürel veya ihtiyaçlara göre dünyevi kurallarla yönetilen) devlet Türkiye ve Azerbaycan örneği.
3. Ateist Devlet. Eski Sovyetler Birliği.
Bu tanımlamada yanlış ve zihin karışıklığına ihtimal bırakılmamıştır.
Eskiden tarikatların yasak olduğu ülke olarak Sovyetler Birliği, Suudi Arabistan ve Türkiye sayılırdı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra eski Sovyet bölgesinde bu yasağın uygulandığı ülke kalmadığı gibi, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra da Suudi Arabistan’da da yasak kalkmış görünmektedir. Türkiye tarikat yasağı bulunan tek ülke durumunda kalmıştır.
Bütün dinlerde farklı mezhep ve tarikatlar vardır ve devletlerin gözetim, denetim ve/ya koruması altında faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Şu anda ise, hemen hemen her mahallede birbirinden farklı birkaç tarikat ve bu tarikatlara bağlı vatandaşlarımızın bulunduğu bilinmektedir. Ancak bunlar, resmen tarikat olarak görünmediği, çoğunlukla dernek, vakıf, hatta şirket görümü altında ve çoğunlukla da sivil toplum örgütü görünümü ile faaliyet yapmakta ve itibar görmektedir. Yani hukuken kapalı, fiilen açık bir hayat…
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI NELER YAPMALIDIR?
“Diyanet İşleri Başkanlığı neler yapmalıdır” dan önceki soru, “niçin Diyanet İşleri Başkanlığı?” sorusudur.
Devlet bir takım strüktürlerin toplamından ibaret bir organizasyondur. Bu organizasyonda yetki ve sorumluluklar strüktürleri arasında belli sınırlarla ayrılmıştır.
Bu noktadan bakıldığında dinle ilgili konularda devletimizin temel (ana) organı Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.
Alevilik konusu da öncelikle dinle ilgili bir konudur. Bu sebeple de sorunun ana merkezi Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.
Ülkemiz laikliği kabul etmiş ve hazmetmiş bir ülkedir. Anayasanın 136. Maddesine göre de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bulunduğu alan aynı zamanda siyaset dışı alandır.
Bu iki özellik sebebiyle Alevilik konusu doğrudan Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili olmalıdır.
Ancak itiraf etmeliyiz ki, başında Bakan veya başbakan bulunan din kurumu gerçek anlamda siyaset dışı bir kurum değildir; bunun olması da mümkün görülmemektedir.
Bizim 1998 yılından itibaren yazdığımız yazılarda bu konuda önerdiğimiz YÜKSEK DİN KURUMU formülü dışında da başka öneri bulunmamaktadır.
Bize göre Yüksek Din Kurumu “Yeni Anayasa”da yer almalı ve Diyanet hiçbir siyasi merciye bağlı olmaksızın bu kuruma bağlanmalıdır.
Yüksek Din Kurumu, asgari doktora yapmış ve kırk yaşını tamamlamış on iki kişiden oluşabilir. Türkiye’nin din politikalarını tespit, dinle ilgili uluslararası ilişkileri düzenleme, Diyanet İşleri Başkanlığı hizmetlerini denetleme, Bakan veya başbakan yardımcısının yaptığı diğer işleri yerine getirme ve Başkanlık makamının boşalması durumunda, hükümete üç başkan adayı önerme gibi işleri yapmalıdır.
Bu konu, yeni anayasada da şu şekilde yer alabilir:
“Genel idare içinde, kamu tüzelkişiliğine sahip Yüksek Din Kurumuna bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir”.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilk ve öncelikle yapacağı kendi personeli arasındaki görüş farklarını gidermeye yönelik faaliyetler olmalıdır. Bunun yapılacağı yer, 633 sayılı kanunda son yapılan değişiklikle yetkileri sınırlandırılmış olmasına rağmen, Din İşleri Yüksek Kurulu’dur.
Din İşleri Yüksek Kurulu kendi içinde yapacağı bilimsel toplantılarla, kendi içinde bir görüş birliği sağladıktan sonra, kurum içi çalışmalarla bu faaliyet devam etmelidir.
Kurum içi çalışmalar devam ederken, Diyanet İşleri Başkanlığı anılan kuruldaki çalışmalara devletin güvenlik ve istihbarat kurumlarının ilgili ve yetkilileriyle birlikte yapacağı toplantıların hazırlıklarını da yapmalıdır.
Bu ilgili kurumlarla birlikte yapılacak toplantılar sonuçlanıncaya kadar çalışmalar basına kapalı olmalıdır.
Basınla paylaşılması, halkın yaygın bilgilendirilmesi ilgili kurumlarla yapılacak toplantılarda tespit edilecek usul ve esaslar çerçevesinde yapılmalıdır.
Bu basına kapalı çalışmalarda hangi kanunlarda nasıl değişiklikler yapılması gerektiği, geçiş döneminde uygulanacak esaslar ve asıl çözüm uygulamalarının hayata geçirileceği dönemler en ince noktalarına kadar planlanmalı, boşluk bırakılmamalıdır.
Yapılacak şey, tarikatları Diyanet’in tabi olduğu siyaset dışı alana çekerek, devletin gözetim ve denetimi altında serbest yaygın dinî eğitim kurumu olarak kabul etmektir.
Bu husus gerçekleştirilirken, getirilen serbestliğe rağmen izinsiz tarikatçılık yapanlara ilişkin ceza caydıracak kadar artırılmalıdır.
Tekke, Dergâh (Cem Evi), Zaviye ve cami ve mescitler, 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunda olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yönetilmeli; Çelebi, Dedebaba ve Şeyhlerin atama, nakil ve/ya görevden alınmaları Diyanet işleri Başkanlığınca yapılmalıdır.
Kapatılan mekânlardan kamuya ait binalar eski maliklerine Tekke, Zaviye, Dergâh olarak iade edilmeli; mesela müze olan Hacı Bektaş Veli ve Mevlana Dergâhı (vakıfları ile birlikte) yasak öncesi olduğu şekilde mütevellisi (Çelebi) eliyle, hizmetleri de Dedebaba tarafından yönetilmelidir.
Bunu yapmak için 677 sayılı kanunda gerçekleştirilecek değişiklikle birlikte Diyanet işleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğüne bir Tarikatlar Dairesi Başkanlığı eklenmelidir.
Ayrıca, tarikatlarla ilgili 677 sayılı kanunda yapılacak değişikliklerle siyaset yasağının kalkması hemen yürürlüğe girmelidir.
Serbestliğin nasıl uygulanacağı, bu konuda tüzük ve/ya diğer yönetmeliklerin hazırlanması, tarikatlarla ilgili taleplerin, şeyh olmak isteyenlerin mevcut bilgi ve belgelerinin derlenmesi, gerektiğinde bunlara verilecek eğitimlerin muhtevası, şekli, metodu gibi hususların tespiti ve benzeri işler için üç yıldan fazla olmamak üzere bir geçiş dönemine ihtiyaç olacaktır.
(Gerektiğinde bu süre Bakanlar Kurulu veya idare tarafından bir yıl süreyle uzatılabilmelidir, bu uzatma iki defadan fazla da yapılmamalıdır).
Her tarikatın farklı kollarının birinci adamları veya vekillerinin katılacağı bir “Şeyhler Kurulu” yönetmelik ve benzeri idari hazırlıkların taslaklarını incelemeli, uygulamaya yönelik hükümlerde idareye yardımcı olmalıdır.
Böyle bir yapı hem Diyanet’e güç katacak, hem alınacak kararların uygulanmasında ciddi kolaylıklar sağlayacaktır.
Katılımcı bir anlayışla oluşturulacak bir heyet tarikatlararası çatışmaları asgariye indireceği gibi, demokrasi ve öz yönetim açısından böyle bir kurul yararlı olacaktır.
Bu çözüm millî, devlete, Cumhuriyete ve Atatürkçü düşünceye de, ekonomiye de, kalkınmaya da, ülkenin dünya devleti olmasına da güç katacak, çevre ülkelerindeki aleyhte faaliyetleri sona erdireceği gibi, onları bize bağlı hale de getirecektir.
677 sayılı kanunda yapılacak bu değişiklikte, falcılık, büyücülük, gaibden haber vermenin yasaklığı korunmalı, yasağa rağmen bu işleri yapacak olanları caydıracak biçimde cezalar artırılmalıdır.
Siyasi faaliyette bulundukları yapılacak soruşturma ile tespit edilen Şeyh, Baba, Dede, Halifebaba, Çelebi, Dedebaba, vs.nin icazetlerinin iptal edileceği ve yerlerine yenilerinin atanacağı kanunda yer almalıdır.
Dergâhlar, el konulmuş vakıfları ile birlikte sahiplerine iade edilmeden yapılacak her iş yanlış olacaktır.