“Nusayri” ve “Nusayrilik”i gündelik politikaya ilk taşıyan sanıyorum zamanın “ Fazilet “veyâ “Saadet “partisi genel başkanlığı döneminde Recai Kutan’dır. Tabiîdir ki Sayın Kutan bu görüşteki insanları yakından tanımadığı, yâhud onlarla birlikte yaşamadığı için “cemaatî” bilgilerle salladı attı. Bir tahmindir ki sâdece güney illerimizde değil; buraları da içine alarak devâm eden Suriye’nin Lazkiye kıyı şeridinde de şöyle bir dolaşıp o insanlarla sohbet etmemiştir. Bu konulardaki yüksek ilimlerin sâhibi oluşlarını ise yıllardan beri “dinin sâhibi” sıfâtiyle yaptıkları politik serüvenden anlıyoruz. Öyle ya onlara göre bu meseleleri kendilerinden başka kimse bilmez ve ilim adamının dâhi görüşlerine çok itibar edilmez. Hiç kızmayınız ki, tabiî olarak aynı bakış açısı “Ak İslâmcı” arkadaşlarla birlikte 10 yılı aşkın bir süreden beri devlete de geçmiş durumdadır. Yeni yetmelerin mühendis Recai’nin görüşlerinden ürettikleri dış politikanin ne büyük kayalara çarptığını bugün daha açık görmekteyiz. Dünya gündemine büyük ölçüde Türkiye’nin taşıdığı Suriye donelerinin yanlışlığını konu ile ilgili ABD politikalarının bile iflâs etmesiyle de doğrulandığını ayan-beyan görmekteyiz. Irak meselelesinde Özal’ın dolduruşuna gelen Başkan Bush gibi, Amerikalılar’ın bile istemediği BOP’un orta ayağı olan Suriye işinde, bugünkü başkan Barack Obama; tarihi büyüklüğüne itimat etmek istediği Türkiye Başbakanı Tayyib Erdoğan’nın tatbik kaabiliyeti olmayan bilgilerine aldanmıştır. Stratejik ufuksuzluk neredeyse ABD’nin dünyanın yegâne gücü olduğunu yıkacaktı. Obama’yı kimse dinlemedi; çoktan beri iflâs bayrağını çekmiş olan Rusya’nın G20’de sözü daha çok geçti ve neredeyse yeniden dünya iki kutuplu hâle geldi. Aslında fırsat bu fırsat bizimkiler de şu yanlıs “Kürd” taahüdlerinden yan çizerek hem kendilerini hem de milleti böyle bir rezâletten kurtarabilirler. İslâmi tefekkürü tedris etmiş bulunan bugünkü devlet ve hükümet büyüklerimizin parti içi seminerler de ancak okunabilecek basit ve sıradan bilgilerle nasıl dış politika ürettikleri cidden merak konusudur. Türk dış politikasının, benim gibi gece üniversitesi mezunu olan sayın Başbakanımız ile bir akademisyen olan sayın Cumhurbaşkanımız’ın birkaç aylık Arapça öğrenme gerekçesiyle Bay Fehmi Koru ile bulundukları Şam’da edindikleri bilgilerle dizayn edildiği her halinden bellidir. Devlet idaresinde acaba bürokrata da mı güvenilmiyor ki, kurnazlık derken böyle yalnızlığa itiliyoruz! Yine bir akademisyen olan Sayın Dışişleri Bakanınımız Ahmet Davutloğlu’nun maalesef hocalık hayatındaki “Stratejik Derinliği”ni devlet adamlığında göremiyoruz. Çünkü dış politikada “Sıfır sorun” sloganı ile geldi “sorunsuz” politikamız kalmadı.
Yine ana kaynağı Şiilik olan Nusayrilik adını 11. İmâm Hasan el-Askerî’nin öğrencisi olduğu rivâyet edilen Şu’ayb Muhammad ibn Nusayr’dan aldığı bilinmektedir. İsim üzerinde hâlâ devâm eden ve sağlıklı olmayan, hattâ bu adı “Hıristiyanlığa” kadar bağlayan düşüncelerin bugün için hiçbir kıymeti yoktur. Kültürümüz açısından meselenin en ehemmiyetli tarafı bizde İslâmi tasavvuf ve tefekkürün başladığı hicrî 6, milâdi 12.yüzyılda ortaya çıktığıdır. Demek ki bizim Hoca Ahmed Yesevi’den Hacı Bektaş Veli’ye uzanan İslâmi dokunun sözkonusu düşünce ile pek ilgisi olması gereklidir. Hatta Şah İsmail’den, bugünkü İran’ın dini sosyolojisi çerçevesinde tek akra
banın Suriye olarak ortaya çıkması bile bir tesadüf değildir. Bu sebeble Nusayriliğin Türk düşünce sistematiği içinde mütalaa edilmesi gerekmektedir. Bu konuda maalesef çok doküman olduğu halde ciddi çalışmalar olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü günümüzde Şiîlik ile ilgili hem yurt içi hem yurtdışı çok ehemmiyetli çalışmalar bulunmasına rağmen bu yayınlarda Nusayriliğe pek yer verilmemiştir. Diğer çalışmalar ise maalesef yüzeysel, teorik, siyâsi ve speküler yayınlardır.
Dünkü Emperyalizmin Suriyesi
Suriye’ye münhasır Arap Aleviliği anlamında başkalarının kendilerine Nusayri dediği insanların bugün yaşadığı coğrafya Mersin-Lazkiye kıyı şeridi ile ağırlıklı ve toplu olarak Lazkiye kıyılarıdır. Asıl vatanın Lazkiye kıyıları olduğu kaynaklarda ifâde edilmekle birlikte Osmanlı yönetimi sonrası Mandatör Fransa’nın bugünkü Suriye’yi içinde Hatay’ın da bulunduğu Halep, Şam merkezli büyük bir Dımaşk, Lazkiye merkezli Alevi, güneyde Suvaydiya merkezli Dürzi ve Beyrut merkezli Lübnan olmak üzere 6 devlet tasarladığını bilmekteyiz. Tabii bu tesbitler hiçbir zaman gerçeği aksettirmediği için evvelâ Hatay buradaki Alevilerin de desteği ile önce müstâkil bir devlet oldu; sonra da Türkiye’ye iltihak etti. Yine hakikatle örtüşmediği için kesinlikle Lazkiye’liler bugünkü Kürtler gibi
”küçük olsun bizim olsun” gibi hayallere kapılmadılar. Aksine, yüzyıllardan beri sünnî Araplar kendilerine hayat hakkı tanımamasına rağmen onlardan ayrılmadılar. Zâten bugün bile Suriye coğrafyasında ve Türkiye’de sünnî Türkler’le Aleviler arasında çok büyük anlaşmazlıklar bulunmamaktadır. 500 bin Alevînin yaşadığı Akdeniz kıyısında Lazkiye ve çevresinden kuzeye ve doğuya doğru 250 bin den ziyâde Bayırbucak Türkmeni ile bunlar arasında toplumlararası uçrumlar olmamış bura Türkmenine baskılar Baasın ırkçılığından kaynaklanmıştır. Zaman zaman, karşılıklı kardeşlerin yaşadığı Yayladağı’na Bayırbucak’dan kötü kokular gelmişse de hâlâ unsurların arası açılamamıştır. Sanıyorum Antakya-Halep gibi Antakya-Lazkiye arasında da günlük otobüsler gidip gelmektedir.
Bugünkü Suriye’yi devletçiklere ayırırken Hatay’ın muhayyel Halep Devleti hudûtları içinde düşünülmesi bile oynanan oyunların boyutlarını işâret etmektedir. Çünkü Halep istikametinde Alevî yaşamamaktadır. Üstelik Selçuklular’dan Timur’a ve oradan Osmanlı’ya kadar Halep sâdece bölgenin değil dünya Sünniliğinin merkezi olma özelliğini bugün bile kaybetmemiştir. Şimdi doğu tarafa Kürt ve Kürtçülüğü yapıştırarak bölge üzerinde tükenmeyen emperyalist arzuları devlet adamlarımızın pür dikkat görmesi ve milletimizin de yarını ile oynanan bu talihsiz oyunlardan haberdar olması lâzımdır.
Yine başa dönersek, hatırladığımız kadarı ile TBMM’de, R.Kutan’ın ” Nusayrilik Suriye’de sapık bir Alevi mezhebidir” şeklindeki sözleri amacını çok aşan bir beyandı. Sanırım 1998 yıkında sarfedilen bu sözlerden evvel o zamana kadar böyle bir değerlendirme hiçbir zaman ortaya konulmamıştır. Nusayri’liğin Şiîlik’ten kaynaklandığı, dolâyısiyle bir Alevî mezhebinden ziyâde bir Alevilik anlayışı olduğunu söylersek hiç hatâ yapmış olmayız. Bütün İslâm mezhepleri ve öğretileri her ırktan ve her dili konuşan müslümanlar tarafından benimsendiği halde Nusayrilik Arapça konuşan, fakat bir türlü Araplığı da kabul etmeyen, hatta daha ileriye giderek Arapların Arap kabul etmediği için, sonradan Araplaşan manasında “müsta’arabe” diye nitelendirdikleri insanlar tarafından benimsenmiştir. Ne yazık ki biz de kendini İslâm âlimlerinin çok üzerinde görerek, âdeta fetva makamı gibi hareket eden ve din ekseni etrafında politika yapanlar, bu kadar tarihi ve siyasi derinliği olan, fakat ifâde kabiliyetini kaybetmiş bulunan, aynı zamanda dini bir ayrıcalık tohumununu yeniden diriltmek gibi bir yanlışlığa düşmüşler, bugün bunu Türk dış politikasına da taşıyarak bir husûmet unsuru hâline getirmişlerdir.
İsteseniz de istemezseniz de bugün devletimizin Suriye politikası ”Esed” üzerine kuruludur. Yardımcı argümanların ne olduğu husûsunda plânlı ve kararlı hedeflerimizin olup olmadığı pek görülmüyor ama bunların da bölge için ABD dizaynının müsveddeleri ile karıştığı görüşleri ağırlıktadır. Bu durumda tek amacınız “Esed” olduğuna göre bu âilenin şahsında “Nusayriliği” öne çıkarmanız meseleye dini açıdan baktığınızı gösterir ki Mersin’den Yayladağı’na kadar olan kıyı şeridimizde yoğun olarak yaşayan, Arapça konuştuğu halde yüzyıllardan beri ”Horasanlıyız” diyen insanları karşınıza almış oluyorsunuz. Şu anda Hatay’da ortaya sürülen oyun budur. Esâsında Suriye Fransız işgâli altında iken kendisi Nusayriler’in lideri olan Muhammed Emin Galib et-Tavil’e göre kendileri için “Nusayri” denilmesi “en çirkin aşağılama kelimelerinden birisidir. Bu gerçeği görmemezlikten gelip başımıza çok belâ açacağı belli olan bir mefhûmu hâlâ neden sakız gibi çiğniyoruz!
Bizim için işin tehlikeli yanı, “Nusayri” deyimi ülkemizde yaşayan ve bizim can kardeşlerimiz olan sözkonusu insanların özellikle aydınları nezdinde “Arap Milliyetçiliği”ni çağrıştırmasıdır. Zâten yüz yıldan beri bir inanç bunalımı içinde bulunan bu insanlar Cumhuriyet’in çok doğru politikaları sonucu ileriki yıllarda demokrasinin de destekleriyle hepimizin dünya görüşü ve inanç sistemine dâhil olarak özellikle Anadolu Aleviliği ile entegre olmuşlardır. Bulundukları coğrafyada yüzyıllardır sünnî inançlar kadar birçok şiî öğretiler tarafından da yanlarına kabul edilmeyen bu insanlar olağanüstü derecede çalışkan, kabiliyetli zeki oluşlarından ülkemiz demokrasisi imkânlarını bi-hakkın kullanarak Hatay-Mersin ve Adana’nın en varlıklı insanları olmuşlardır. Şimdi sırf şu Nusayri deyimi ile bu insanların kafalarını İslâm tarihinin karanlık, cehâlet, hurafe ve şiddettin hâkim olduğu günlere taşımanın ne anlamı vardır?
22 milyon nüfuslu Suriye’de 2,5 milyon Nusayri olduğu söyleniyor. Sanırım ki bizim “Erkân” da Arap baharında Şam’a gittikleri zaman tarihî Emevî camisinde Esed ile birlikte saf tutarak namaz kılmışlardır. Şu anda bile eğer güvenlik gerekçesi yoksa Esed aynı camide tıpkı ülkesinin genel görünüşü gibi sünnî çoğunlukla birlikte Cumaa kılmaktadır. Antakya’da da Aleviler’in tarihi mekanı olan Affan mahallesindeki Camiide, cemaat Alevî veyâ politik deyimle “Nusayri” iken, İmam Efendi 20 sene evvel de olduğu gibi sanırım şimdi de Sünnî’dir. Kalın sağlıcakla.