MUHAMMED BÜYÜKKÖROĞLU
Ne garip hallerdeyiz kaç zamandır. Uyku mu? Uyanıklık mı, ne garip vaziyet? Buhranlar içerisinde dalından kopan yaprak misali rüzgârlarla kâh sağa kâh sola toslayan, mazisinden habersiz, atisinden habersiz, gayesiz kalabalıklar bizler miyiz? Ruhunu kaybedip cesetleşen, kendini sırf maddi bedenden ibaret sayan ve o maddi bedenin bitmek tükenmek bilmeyen arzularını tatmin için pervaneleşen; cemiyet ululuğundan https://bigmedikal.com sıyrılıp ferdiyetçilik kâbusunda yığınlaşan bu kalabalıklar bizim insanımız mı? Alparslanların, Fatihlerin, Yavuzların torunları bu kaçıncı hengâme de?
Ben de, Galip Ağabey gibi bu garip güruhlara nesil diyemiyorum. Türk Dil Kurumu’nun uydurmacası olan kuşak diyorum. Çünkü kuşak bir eşyadır ve eşyanın yüzü kızarmaz.
Nasıl yapayım halimizin izahını. Nasıl anlatayım kendimizi. Cümleler boğazımda düğümleniyor. Hafakanlar basıyor ruhumu, idrakimi. Vehimlerim gulyabaniler gibi üzerime geliyor. Elimdeki kalem çift başlı bir yılana dönüşüyor, sokuyor kalbimden. Kabiliyetim yok belki ama yazacağım, anlatacağım Hakikati. Güçsüzüm, belki acizim, ama yazmamdaki cesaretimin tek kaynağı millet sevgisi, tarih şuuru ve bilhassa Türk gibi düşünebilme alışkanlığıdır…
Her geçen gün yalancı rehberler, sahte mabutlar, modern putlar peyda olmakta. Alicenaplığıyla tanınan Türk milletinin gürbüz evlatları kutlu menzilden gün güne uzaklaşmakta, Hak ve Hakikat yolu dururken zor ve meşakkatli, sonu uçuruma açılan karanlık tünellerde yol alıyor.
Kutlu bir milletin evlatları, o mukaddes soylarından ve ilahi misyonlarından habersiz, günübirlik aşklar ve zevkler peşinde yok olup gitmekteler. Kendi öz yurdumuzda, kendi istiklalimiz altında en feci asimilasyona uğramaktayız. Kendi çocuklarımızı, gençlerimizi özelliklede aydınlarımızı kaybetmekteyiz. Ah o aydınlar; vatansız, bayraksız, Allahsız aydınlar. Kendini aydın zanneden, şu veya bu etiket altında ilim adamı olduğunu söyleyen karanlık yüzlüler, taassup bekçileri…
Nice vatansız adamın, dört kelimeyi yan yana getirdi mi bir numaralı vatanperver kesildiği, Korkakların cesur, ahlaksızların ahlaklı muamelesi gördüğü, mukaddesata sövenlerin mukaddesatçı kesildiği, gerçeklerin ifşaat edilmediği, edilemediği, ettirilmediği, ekranlardaki münakaşa ve münazaraların belden yukarıya çıkamadığı bu tezatlar ülkesi bizim ülkemiz olamaz. Ecdadımızın yedi düvele karşı savunduğu ülke, her karış toprağını geçtim hadi, elin vatanında bile şehitleri bulunan ülke böyle olmamalıydı.
Eli kanlı şehir eşkıyalarının ya da bilmem nerenin dağında gebermiş hayalperest militanların kahraman ilan edildiği, şehit muamelesi gördüğü, resimlerinin, posterlerinin en ufak nahiyeye kadar yayıldığı, onlar gibi giyinilip onlar gibi yürünülmeye çalışıldığı garip bir yerdeyiz.
Aksine vatanının bekası için canını ortaya koyan, Allah-Vatan-Millet Ülküsü için uçmağa varan, peygamber otağının şehit misafirlerinin ise itibar edilmediği, adlarının sanlarının unutulduğu, unutturulduğu, hatırda kalan birkaç tanesinin ise eli silahlı faşist, gerici yaftası yediği garip ve o kadar da ilginç bir yerdeyiz.
Ne oldu da biz bu hallere geldik? Nerede kaldı Kuvay-i Milliye Ruhu? Nerede Müslüman Türk? Halimiz perişan! Yıkılmak üzere olan bir binanın içerisindeyiz. Az bir zaman sonra ortalık enkaz alanı olacak. Biz yere kapaklanmış ecelimizi bekliyoruz, beklerken de dilimizde dua yerine yabancı şarkılar var(!). Halimiz bundan farksız mı?
“Büyümek istemeyen küçülür, güçlenmek istemeyen zayıflar”(1) Evet, biz cemiyet olarak büyümek ve güçlenmek ülküsünden vazgeçtik. Biz büyümek istemeyince büyüme gayreti içerisindeki yabancı cemiyetler bizi içlerine katarak büyümek istediler kültürleriyle, ekonomileriyle. Güçlenmek ülküsünden vazgeçtikçe zayıfladık. Zayıflarken farkına varamadık. Biz zayıflarken düşmanlarımız irileşti. Önce cemiyet olarak sonra da beşeriyet olarak yalpaladık. Yalpaladıkça sarhoşluğumuzdan sandık. Düşünemedik bir gün yüzüstü düşeceğimizi. Zaten kaç zamandır da düşünmüyorduk. Bizim yerimize(!), bizim için(!) devşirmelerle dönmeler düşünüyordu. Ne gerek vardı bizim düşünmemize(!) İşin bu safhaya geleceğini bilenler, önceden görenler yok muydu? Vardı elbet olmasına da, onlara itibar eden mi vardı?
“Boğsun mu şafakları bu zulüm, bu karanlık Ruhunu alev sardı, uykudan uyan artık”(2)
“Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” (3)
“Bir yakamız cehaletin elinde, diğer yakamız yabancı ideolojilerin. Sürüklendiğimiz uçurumun dibinde milli kültür buhranımız var.”(4)
Kınayanların kınamasına aldırmadan daha nice Serdengeçti, gittikçe köhneleşen yapıya, devrilmekte olan çınara ‘Dur!’ dedi, uyardı bizleri. Fakat ne çare, Kuran-ı Kerim’in belirttiği üzere ‘Onların kulakları sağırdır duymaz, gözleri kördür görmez’( ) bizimde kulaklarımız sağır, gözlerimiz kördü hakikate. Duyamadık yıkılmakta olan temellerimizin çatırtılarını, göremedik acziyetimizi, gafletimizi. Ne büyük cürüm. Vehimlerimiz kapladı ufkumuzu. İstila etti nefsimiz akıl ve vicdanımızı. Tasavvur edemez olduk istikbali. Türklüğümüzden gelen üstün vasıflarımızı kaybettik birer birer; samimiyet, mesuliyet, fedakârlık ve daha nicesi. Ne içler acısı bir durum…
Avrupa domuzlar gibi ağaç kökleriyle beslenip, inlerde yaşarken; En erkek naralarla ilmi, irfanı, medeniyeti götüren ecdadın torunları olan bizler, o barbarlardan ilim, irfan aldık. Keşke sadece onları alsaydık. Ala ala medeniyetin kanalizasyon artıklarını almışız yıllarca.
Biz olamamışız, hep kendimizi aciz görüp başkalarına özenmişiz. Dost bellemişiz düşmanlarımızı. Kurdun koyuna dostluğu acıkıncaya kadardır. Öyle bir özenmişiz ki sonunda kendimizi unutmuşuz. Nerden geldik? Ve nereye gidiyoruz? Bu sorulara cevap bulamayınca taklit ettiğimiz karakterlere bürünmüşüz. Mazi yok, ati belirsiz. Köksüz bir ağaç ne kadar yaşayabilir ki? Önce yaprakları dökülür, kimi sağa kimi sola. Sonra dalları kurur. Baharla yapraklar, çiçekler açan dallar kurur gider maziye. En sonda mikrop bünyeye ulaşır ve bünye kurur. Bizim yapraklarımız döküleli çok oldu. Dallarımız da kurudu. Artık bu ilerleyiş bünyeye dayandı, bünyeyi rahatsız ediyor. Ya bugün başımıza musallat olan bu illete dur diyeceğiz ya da susup yok oluşumuzu izleyeceğiz. Tüm acziyetime rağmen Türk olmanın verdiği cesaretle bin yıllar evvelinden gelen kutlu bir çığlığı haykırıyorum “Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir. EY TÜRK TİTRE VE KENDİNE DÖN’’
Bedenini istila eden bu derde deva mı arıyorsun. Ufkunu kaplayan cehaleti, yabancı ideolojileri, taklitçiliği kısacası bu büyük millet buhranını yıkmak için güç mü arıyorsun. İşte sana deva “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”(5)
Artık yeni bir dirilişin zamanı geldi. Basübadelmevt yaşayıp üzerimizdeki ölü toprağı silkip erkekçe naramızla çakalları ürkütmenin zamanıdır şimdi. Ashap-ı Kehf gibi uyanmanın vaktidir.
“Her kemalin mutlaka bir zevali vardır, Her zevalinde bir kemali. Bu kadar iniş, düşüş temenni edelim ki artık kemalinde olsun ve çıkış başlasın! Küfrün zevali başlasın.”(6)
KAYNAKÇA
(1).Erdem, Galip; Ülkücünün Çilesi
(2).Arvasi, Seyit Ahmet; Şiirlerim
(3). Kısakürek, Necip Fazıl; Sakarya Türküsü
(4). Bakiler, Yavuz Bülent; Üsküp’ten Kosova’ya
(5).Atatürk, Mustafa Kemal
(6). Kısakürek, Necip Fazıl; Dünya Bir İnkılâp Bekliyor
Arvasi, Seyit Ahmet; Türk-İslam Ülküsü
Kabaklı, Ahmet; Temellerin Duruşması 1
Kösoğlu, Nevzat; Galip Erdem(biyografi)