Ahmet Yasin Gürkan
Sabah vakti baskın yapan, tırnakları ile yerden ateş fışkırtan,
Düşman topluluğunun ortasına dalan atlara and olsun…
Âdiyât Suresi: 1
Şanlı Peygamberimiz (aleyhisselam) “Hayr, atların alınlarına nakşedilmiştir” buyurarak “at”a ayrı bir ehemmiyet vermiştir. Cenab-ı Allah da Âdiyât Suresi’nde atlar üzerine yemin etmiştir. Bütün bunlar bizlere “at”ın, canlılar aleminde mümtaz bir yeri olduğunu gösterir. Ayet ve Hadis’te at böyle ifade edilirken, büyük âlim Kaşgarlı Mahmut da “At Türk’ün kanadıdır” diyerek Türklerin “at”a olan bağlılığının derecesini bildirir.
Tarihte Asya’da ve Avrupa’da at deyince akla Türk ve tabii ki “akıncılar” gelir. “Akıncı Ocağı” Osman Bey Gazi’nin devrinde kurulmuştur. Osman Gazi, mürşidi ve kayınpederi Şeyh Edebalı Hazretleri başta olmak üzere kendi beyliği sınırları içerisinde olan bütün tasavvuf büyüklerini ziyaret ederek yetiştirmiş oldukları dervişlerin, sofilerin asker olmasını ister. İşte “Akıncı Ocağı”nın temelini Osman Bey Gazi zamanında dergâhlardan toplanan bu “erenler” teşkil eder. Allah dostu, tasavvuf büyüklerinin himayesinde manevi seyirlerini tamamlayan bu dervişler, gerekli talim ve terbiye altında iyi birer atlı asker olurlar ve karşımıza, yürekleri savlet [i] sevinci ile dolu şecaat ve şehamet abideler olan “Alp Erenler” ordusu çıkar. Osman Bey Gazi döneminde toplanan bu dervişler çoğu Osman Bey ve daha sonra Orhan Bey Gazi’nin dâva ve silah arkadaşları olan Evrenos Bey, Turhan Bey, Malkoç Bey ve Gazi Mihal gibi tecrübeli komutanların emri altına verilerek Rumeli’nde akından akına koştular. Vurdular, vuruldular… Bilmedikleri coğrafyalarda, Türk’ün yükselen sesi oldular, i’lâyı kelimatullah sancağını dalgalandırdılar. Bu Derviş-Gaziler, Balkan coğrafyasında yaklaşık beş asır sürecek olan Türk hakimiyetinin temelini attılar.
Bu namlı kumandanların çocukları ve torunları da kendileri gibi usta birer Akıncı Beyi oldular ve Akıncılık o ailelerin adeta bir hayat tarzı haline dönüştü. Artık Akıncılar o ailelerin isimleriyle anılır olmuştu: Bulgaristan’da Mihaloğulları; Atina ve Mora taraflarında Turhanoğulları; Silistre dolaylarında Malkoçoğulları; Arnavutluk ve Bosna Hersek’te Evrenosoğulları bulunurdu.
Akıncı Ocağı’nın kurulmasında büyük emeği olan ilk Akıncı Beylerinden Gazi Mihal’in yeri Akıncılar için bir ayrıdır. Gazi Mihal aslen Müslüman Türk değildir. Bizans’a bağlı Harmankaya Tekfuru’dur. Türkler arasında Köse Mihal diye bilinen bu tekfuru Osman Bey Gazi bir çarpışmada esir eder. Onun yiğitçe çarpışması Osman Bey’in dikkatini çeker; “Elinde kuvvet varken bir kimse birini bağışlarsa Allahü Teala da onu bu yüzden zor gününde affeder” hadis-i şerifine uyarak onu serbest bırakır.[ii] Hakikaten Köse Mihal dar zamanlarında Osman Bey Gazi’ye yardım ederek onu birçok güçlükten kurtarır. Zamanla Osman Bey Gazi ve silah arkadaşlarındaki samimiyet, idealizm Köse Mihal’i etkiler, zaten gün geçtikçe bu Türkmen Beyine daha da ısınmaktadır. Tarihler 1313 senesini gösterdiğinde Köse Mihal adamlarıyla beraber Osman Bey Gazi’nin huzuruna çıkarak, Müslüman olmak istediğini söyler. Köse Mihal’in bu hareketi Osman Gazi ve silah arkadaşlarını sevince gark eder. Osman Bey Gazi, Köse Mihal’e, kelime-i şehadet getirttirir. Artık Köse Mihal, gazadan gazaya koşturan Gazi Mihal olmuştur. Akıncıların kurulmasına ön ayak olanlardan birisidir ve kendi nesli asırlarca Balkanlarda bu görevi layıkı ile yerine getirmiştir.
Hristiyan bir Tekfur’un Müslüman olup maddi ve manevi bütün kuvvetini gaza ve cihad yolunda harcaması, Osmanlı Türklerine hizmet etmesi ve o yapının içine yerleşmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bu hâdise Seyfullah lakaplı Hazret-i Ali Efendimizin (radıyallahu anh) bir sözünü akıllara getirmektedir: “Sen İslâm’ı öyle yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin.” Muhterem Ecdadımız Osman Bey Gazi ve dâva arkadaşları din-i mübini İslâm’ı öyle bir yaşadılar ki, onları öldürmeye gelen Bizans Tekfuru Köse Mihal bile İslâm olup Gazi Mihal haline geldi. İşte bu Müslüman Türk’ün, eğer İslâm’ı layıkı ile yaşarsa neleri yapabileceğinin bir ispatıdır. Sadece Köse Mihal mi, bütün bir Rumeli göçerlikten yeni çıkmış bu Türkmen aşiretinin maneviyatına, hayat tarzlarına, Hocalarına ve Amirlerine olan itaatlerine hayran kalmış ve kimi zaman Bosna’da olduğu gibi topluca, kimi zaman da fert fert İslâm saflarına katılmışlar, yine Avrupalı deyimiyle “Türk olmuşlar”dır. Osmanlı’nın Haçlı dünyasına tek başına kafa tutması ve asırlarca zaferden zafere koşmasındaki hikmet de bu olsa gerek..
Gazi Mihal ve nesli asırlarca Türk –İslâm Ülküsü’ne, Osman Turan Hoca’nın ifadesiyle Türk’ün Dünya Nizamı’na hizmet etmişlerdir. Yani etnik kökeni, soyu ne olursa olsun eğer idrak ve hissiyat olarak kendini Türk milletinden, İslâm ümmetinden sayıyor ve “Türk’ün İslâm Ülküsü”ne hizmet ediyorsa o şahıs özbeöz Türk’tür. Lakin Oğuz Han’ın 40. göbek torunu olduğu halde sol koluyla havayı yumruklayıp komünistlik yapıyorsa onun Türk-İslâm kimliğiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Mesele etnik menşei meselesi değil, idrak, şuur, hissiyat meselesidir, tatlısu İslâmcılarına ve etnik ırkçılara duyurulur. Bu hususta Türk-İslâm Ülküsü’nün müellifi, Evlad-ı Resulullah Ahmet Arvasî Hoca’nın şu sözünü ifade etmek yerinde olacaktır; “Ben Afrika’nın ortasında doğmuş bir zenci olsaydım ve bu şuur yine bende olsaydı tereddütsüz Türk milliyetçisi olurdum. Çünkü ben Amentü’ye iman ettiğim gibi iman ediyorum ki, Türk milletinin de İslâm aleminin de mazlum milletlerin de kurtuluşu Türk milliyetçilerindedir, Türk – İslâm ülkücülerindedir.” İşte bu şuur Gazi Mihal’de vardı, Bosna’nın Sokoloviç kazasında doğan ve her gece birkaç sayfa Kur’an’ı Kerim ve Türk tarihi okumadan yatmayacak kadar “Müslüman Türk” olan Sokullu Mehmed Paşa’da da vardı ve daha nice nice kimselerde vardı. Bu kimselerin duruşları şimdilerde liberal, batıcı, özgürlükçü(!) takılan geçmişin sözde muhafazakârlarına emsal teşkil etmeli ve içinde bulundukları gayrı milli ve yozlaşmış İslâm anlayışından vazgeçmelidirler. Unutmayalım ki bu kimseler, kendilerini, yukarıda saydığımız isimlerden daha fazla Müslüman ve daha fazla Türk olarak iddia edemezler.
[i] Savlet: Şiddetli hücum, saldırma
Şecaat:Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme.
Şehamet: Zeka ve akıllılıkla yapılancesaret yiğitlik, Allah aşkıyla hücum etmek
[ii] Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil; Kayı I, sayfa, 40