Ali BADEMCİ
Nihâyet tâkib eden günlerde kaldığım katta bulunan Siyâsî Şube Müdürlüğünde ifâdeye alındım. İfâde odasında biri daktilocu olmak üzere iki kişi daha vardı. İkinci adam Siyasi Şube Müdürü Oral Çığ.. Evvelden de biliyordum ki kendisi İstanbul’da Arnavut asıllı bir “Kabadayı”nın yeğeni imiş. Birkaç gün önce işkencede birini öldürmüş ve cenâzede de birçok olaylar çıkmış, ancak asker bastırabilmiş. Diğer adam hiç konuşmuyor ve hep benim konuştuklarımı dikkatle dinliyordu. Yüzü çopur, babayiğit sempatik görünüşlü hafif şişmanca bir zat-ı muhterem. Görevliden ziyâde bir misâfire benziyordu; ama işi oranın sâhibi gibi duruşu bozuyordu. Bu adam mutlak asker menşeli birisi, belki de şu bizim sorgucu “Komutan” veya “Baba”nın ta kendisiydi. Eğer konuşsaydı onu tanıyacaktım ve şu eziyetlerin tartışmasını yapacaktım. Ama epey dinledi ve ifâdeye daldığım bir anda gözden kayboldu.
İfâdeyi büyük ölçüde Oral Çığ aldırdı. Yanında biri daha vardı ama hatırlayamıyorum. Sanki elinde kayıt varmış gibi çocukluğumdan başladı. Âilelerimizin temizliğinden dem vurarak bizim neden bu işlere bulaştığımızı, kitap yazmış aklı başında bir kişi olarak “Irkçılığın ve Turancılığın” suç olduğunu bilip bilmediğimi, bu kadar cinâyete neden karıştığımı, bütün emirleri Alparslan Türkeş’in verip vermediğini, anlatmamı istedi.. Bütün bunlara karşılık sanıyorum 75 sayfa kadar tutan ifâdemde, çocukluğumdan beri milliyetçi ve ülkücü olduğumu, ırkçılığımın milletime olan sevgiden, turancılığımın ise tarihimizi iyi anlamamdan ibâret olduğunu, hattâ aynı zamânda şeriatçı ve islâmcı da olduğumu belirterek, fikirlerimden ötürü beni neden dövdürdünüz, eylemi olmayan bu düşüncelerimi bedeli bütün ülkücüler gibi devletin yanında yer almam mı, dedim. Dayak ve işkence işlerini bilmediklerini, bu konuda benim hayellendiğimi yüzüme baka baka söyledikten sonra, ”Süleyman Ateş adlı din adamına hakaret maksadiyle Ermeni olduğunu yazarak ırkçılıktan mahkûm olmuşsun, sana iftirâ mı atıyoruz” diye epeyce sinirlenenerek, nerede ise her hâlinden belli olan ırkî asâbiyetinden beni bir daha o mel’unhâneye gönderecekti. Ben de “Evet hükümlüyüm, gözaltının başında da bunu belirttim, bırakın beni cezâevine gidip cezâmı çekeyim,” diyerek, daha evvel de mükerrer müraccatlarım olduğunu ve bunu kimsenin dinlemediğini zapta yazdırdım. Buna karşılık “Çok uyanık adamsın” demekle yetinerek söylediklerimi hiç suç kabulü veya başkasını zan altında bırakacak beyânda bulunmadan tamamladım. İfâdede belki 1000 defa “Türkeş” adı geçti.. Bu konuda dertleri başka idi. Bu husûsu evvelce de yazdım. Yalnız burada ifade hususundaki iyi muameleden sonra kendimden şüpheye düşdüm. Çünkü doksan günden beri istediklerinde hiç ısrar etmediler. Anladım ki bunlar beni kendilerine çekmek belki de kullanmak istiyorlardı. Fakat benim sırf intikam duygularından ötürü takdir etmek mecbûriyetinde kaldığım halde herhalde cesâret eksikliğinden olacak anlamadığım işlerle hiçbir ilgim yoktu. Ama o emsâlsiz ana kuzularına da hayran olduğumu belirtmeliyim. Onlar belki kendilerini cezaevinden kurtaramadılar, cansiperâne kendilerine feda ederek bir milleti zilletten kurtardılar. Vallâhi tıpkı 1.Dünya Savaşı “Enverler”i gibi bizim bu garipler olmasaydı bir Sovyet peyki idik ve Sovyetler de dağılmayacaktı. O zaman belki “Galiyevci” olmamıza bile müsaade etmezler ve dünya yüzünden kimliğimizi silerlerdi. Tıpkı Türkistan’da olduğu gibi..
İfâdeden çıkınca çok yakınlarda, bayramdan beri görmediğim anamın sesini duyar gibi oldum. Kendi kendime acaba rüyâ mı görüyorum diye düşünürken bu sefer babamın da “Fatma beni bekle” dediğini işittim. ”Anne-Baba” dedim ama görevli beni kaldığımız nezarete iteliyerek kapıyı kapattı. Ses az çok duyuluyordu; gerçekten boyu 1.50’yi geçmeyen anam sigara da içmediği için bir çırpıda bilmem kaç kat çıkmış, 1.90’lık babam kilosu da olmamasına rağmen günde iki takaba tütün içtiği için alt merdivenlerde kalmıştı. Onun için işte biraz da dağlı kafası ile anama kızıyordu. Anam bulunduğumuz kata çıkmış görevlilerle yüksek sesle tartışıyordu. Gardiyan, ”Anneciğim evlâdınız şimdi mi aklınıza geldi! Bunlar vatana ihânet ediyorlardı” kaabilinden lâflar etti ki anam, “Allah sizi yerle yeksan etsin. Ben 17 çocuk doğurdum ve devletin eline verdim. Ben verdiğim zaman hâin değillerdi. Ne olmuşsa siz yaptınız, müsebbibsizsiniz,” diyerek iâne saydığı görüşmeyi de yapmadan çıktı. Anamın “Cumhuriyet”in İlkokul diploması vardı ve çok düzenli konuşan biriydi. Ama bir çırpıda çıktığı merdivenleri üç-beş atlayarak çoktan sahaya inmişti. Babamı gördüm ve onunla bir dakika kucaklaşarak ağlaştık ve bana dedi ki, ”Doğru mu söylüyor bu memurlar oğlum. Allahaşkına böyle bir şey ettiniz mi?” demekle yetindi. Bana bir şey de olsa babamın fazla kaybı yoktu. Çünkü ha l7 olmuş ha 18 ne farkeder? Zaten okuyup da mekânı terk ettiğimiz ve dolâyısiyle tarla takım işlerinde işe yaramadığımız için varlığımızın da kendisine faydası yoktu. Öyle ya okumuş adam köyden de evlenmez; dayı veyâ teyze kızı gibi araziyi böldürmeme gibi işte de faydası olmaz, yahud köyün en nüfuzlu adamının kızını da almaz ki kendine teselli yaratsın.. Böylece babanın hayalleri de boşa çıkıyordu. Ama ana değişik di. Gerçekten hiç sebebi olmadığı halde ”Ağlarsa anan ağlar gerisi yalan ağlar… Ana gibi yar olmaz.” gibi düşündürücü hayallere dalmıştım. Sanırım anamın başının dikliği beni pek etkilemişti. Fakat garip babamın da hiç yanlışı yoktu ve ona, ”Bize haram yedirmedin. Vatan hâini değil vatan ve milletimin köpeğiyim” gibi bir cevapla yine anlamadığı lisanla kafasını karştırdım.
26.Aralık.1980 Cuma günü, yâni gözaltıların 105. günü ilk parti 46 kişilik bir “Ülkücü Gurup” olarak hepimizi Adana Polis Okulu Meydanı’ında topladılar. Etrafımızda 3,5 aylık mesâi arkadaşlarımız olan işkenceciler, 50 mt. ötede gazeteci ve diğer ilgililer duruyor. Önde bir masa üstünde birkaç parça çakar almaz.. M.Akli Özdemir ve Adem Eroğlu ile arkada duruyoruz. Bir işkenceci Adem’e bulaştı ve “Öne geçin silâhlarınızın başında durun” dedi. Adem “O silâhlar bizim değil neye geçelim?“ derken M.Ali Özdemir, ”Benim alâkam yok ama onlar vatan hâinlerine karşı kullanılmıştır” dedi. İşkenceci Adem’e ağır bir küfür salladı, ama o da altında kalmayarak “Ben de senin“ diye mislinle cevapladı. Ben ise sesizce silâhların başına giderek elllerimi masanın üstüne koyarak poz verdim. Tabii ertesi günkü gazetelerde “Ülkücü Katiller“ diye resimlerimiz çıktı. Sonradan gördüm amma, ”Neymişiz Bre” demekten kendimi alamadım ve vallâhi sevindim. Çünkü ömrüm hep böyle kahramanlıklara özenmeyle geçmişti. Yalnız bu resmi konu ederek o zaman “Milliyet”de çalışan Savaş Ay bir masa başı haberi ile beni muhayyel ETKO (Esir Türkler’i Kurtuluş Ordusu)’nun komutanı diye yazmış. Ben içerden çıktıktan sonra o zamanın Günydın Adana Temsilcisi olan Kurtar Çakın ile adam gibi bir mesaj göndermiştim. Tabii Milliyet de gönderdiğim açıklamayı sorgu ve sualsiz, yani yargı kararı olmadan neşrederek beni onurlandırdı. O zaman çok kızıyordum Şükran Ay’ın Adana’lı olan oğlu Savaş’a; ama aradan uzun yıllar geçtikten sonra kitaplarımda bu husûsa yer vererek haberin sâdece onun uydurması değil; kendilerine hiçbir zararım dokunmadığı halde beni hiç sevmiyen “Derinciler”in işi olduğunu öğrendim. Zekâ ne kadar yetmişse, dış Türklerle ilgili kitaplarımın olması, hatta 1970’lerde hayatta olup ta Tarsus’da ikâmet eden ve 1944’de 8 ay gibi bir zaman “Turancılık” sanığı olarak içeri alınan, Türkistan’da Enver Paşa’nın Katib-i Umûmisi mücâhit ve mümtaz insan Nafiz Türker’in sık sık yanına gidip gelmem dolayısiyle bu senryoya hükmedilmiş. Tarsus’da da akılsız birkaç gence böyle bildiriler yazıp verenler gibi hadiseler de olduğu için haber yerine oturmuş. Mesele bundan ibaret. Şimdi Allah’ın Savaş’ın sesini kesmesiyle bizim ahımızın alındığını görüyor fakat yine de ister Adana’lı ister İstanbul’lu olsun kimseye “beter olsun” diyemem.
Bir otobüs ile saat 09.00’da 6.Kolordu Sıkıyönetim Mahkemesi’ne teslim edildik. Sıra ile alınan ifâdelerimiz tutuklama istemiyle mahkemeye gitmiş, biz ise artık hakları olan tutuklu sanık olarak, daha evvel Kahramanmaraş zanlılarının hapsedildiği taş binalardan birine doldurulmuştuk. Herkeste kantinden serbest alışveriş yapmak gibi bir çocukluk başlamıştı. Gerçi çoğu çocuktu. Gece kim konuştu kim konuşmadı münâkaşalar, hattâ kavgalar da olmuş. Nedense içimde çocuklarımın durumu ile ilgili yoğun bir sıkıntı vardı. Sabri Erdem’e, eşinden, bırakılacağına dâir haber geldiğini kendisi söyledi.. Arkadaş mahkemede, güyâ içinde bulunduğu cinâyeti saklamaktan anlattığı hâlde, nedense “Eğitimci” olduğunu, devlet sırrı gibi saklamış ve “Gazeteci” olduğunu beyân etmişti. Buradaki ince kâide bulunan hukukçu abiden gelmiş tembihattı. Ayrıca, başta da söylediğim gibi sosyal güvenceleri olsun diye Rahmetli Türkeş bunları Hergün’den SSK’lı yaptırılmasını istemişti. Tevatür şuymuş ki “Ülkücüler Dâvâsı”ından bir kişi bırakacaklarmış ki o da “Gazeteci Sabri” olacakmış. Hoca’nın abisi “hâkim” olduğu ve eli uzunlardan sayıldığı için herkes gibi ben de inandım ve ertesi gün bırakılacağımı hiç düşünmeyerek erkenden yattım. Yalnız herkes gibi “Hoca”ya çocuklarımla ilgili bir iki not gönderdim.
27.Aralık.1980 Cumartesi günü tutukluluk hâlinin bu ilk gecesinin sabahında ülkücü bir gencin sabah ezânını okuması ile uyandım. Şimdi kim olduğunu hatırlamıyorum ama pek yanık sesli biriydi. Arap özentisi olmayan tam bir Türkün Allah’a teslimiyetinin şükür duası gibi tüyleri diken diken ediyordu.. Bazı gençler işkenceden ötürü oluşan rahatsızlık veyâ diğer sebeble temizlenmeden namaza durmadılar. Bunlar bakır tellerle su ısıtıp banyo yapmak için uğraşıyorlardı. Aralık ayı Adana’nın en soğuk aylarındandı. Namaz saatine kadar halledemediler ki eksik cemaatle namaza duruldu ve mevcudla sabah namazı eda edildi. Hava açıldı birer bardak çay bulabildik mi bilmiyorum ama artık “Gardiyan” yerine otorite bir “Assubay”dı. Kapıyı vurdu ve yüksek sesle “Tahliye” diye bağırdı. Sabri Hoca namazdan sonra hazırlanmış bu anı bekliyordu ve umutla kapıya yöneldi ki, ”Ali Bademci tahliye” denilmiş. Ben en arka ranzada bu sesi duymadım ve bana haber geldiği zaman dalga geçtiklerini sanarak eyepce sinirlendim. Bu durum karşısında bazıları “Vallahi ve Billahi” diye yemin edince kapıya vararak hakikati bizzat öğrendim. Elimde götürecek bir eşyam yoktu. Güzel bir şapkalı kışlık paltom vardı ona da gençler el koymuş, çamaşırlarımı çoktan paylaşmışlardı. Astsubayın teslim ettiği asker nezâretinde nizamiyeye kadar getirildim. Beni bekleyen vefâkar ve aynı zamânda cefâkâr Av.Hamdi Çoşkun burnunu çekerek yaklaştı ve kucaklaştık. Allah onun ömrünü uzun etsin. ”Bademci başka pantolonun yok mu” dedi. Abi ne var pantolumunda dediğim zaman,”Apış arası yırtılmış altta iç çamaşır giymedin mi?” dedi. Baktım gerçekten rezil bir durumdaymışım. Artık çâresiz eve kadar arabası ile beni bıraktı. Geleceğimden bebelerin ve eşimin haberi yoktu. Zili çaldım kapıyı açtı evin kapısından girerken heyecandan hep birlikte babamız gelmiş diye beni kucakladılar. Hasret giderdik öpüştük koklaştık. Oğlum Alparslan o yıl okula gidiyordu. En çok onu merak etmişimdir, ”Acaba önlüğü var mı” diye.. O günlerde mi sonra mı bilmiyorum ama bizim Ramiz Ongun’un Abisi Tahsin Ağa, ”Oğlum babanı niye hapsetmişler” diyen sorduğunda Alparslan elindeki meyve bıçağını koltuğa saplayarak ”Bir suçu var ki onun için hapsetmişler” demez mi? Ben o günden beri, şimdi 40 yaşında bulunan Alparslan’a hâlâ bunun anlamını sormadım.
Bizimkilerin durumu fena değildi. Sevenler, dostlar, ülkücüler, yakından tanıyan AP ve CHP’liler, şimdi adlarını tek tak sayarım ki, cümle Adana’lı Milliyetçiler bizim fakirhaneyi ziyaret haline getirmiş. Hiçbir şekilde ve hiç kimse eli boş gelmemiş. Bizim yarım kilo olarak almaya gücümüzün ancak yettiği kuru yiyecekler çuvallarla getirilmişti. Çocukların hiçbir şeye ihtiyacı yoktu ve ev kiramız da “Başbuğ”un bir görevlisi tarafından ödenmiş durum eşime bildirilmişti. Her zaman ülkücü bir beyi, eşimin müfrit AP’li olan eşimin başına kalkan ailesine hiçbir şekilde el açmasına gerek kalmamıştı. Pek muhtaç ve 20’ye yakın nüfusu tek başına geçindiren zavallı babam, evliyadan olan dedemin verdiği 20.000 liraya Adana’ya kadar getirdiği halde durumun iyi olduğunu görünce bu emaneti vermeden kaçmış ve parayı kardeşlerime harcamak için cebine indirmişti.
Nedense evde kendimi tıpkı bir gibi muvakkat hissediyordum. Öleceğimi falan düşünmüyordum ama “Komutan” tok sesi ve işkencecilerin küfürleri ile benim onlara mukabele sözlerim kulaklarımda çınlıyordu. Evimiz dolup taşıyordu. Haberi duyanlar çocukları hakkında bilgi almak için geliyordu. Sorulan hep aynı şeylerdi. ”İşkence ve kim ne dedi”. Tabii olarak ben doğruyu üzülmeyecekleri münâsip lisânla anlatıyodum. Yani bu kadar işten sonra “İşkence yoktur” demek mümkün müydü?”.. Tahmin ediyorum konuşmaları amcalar haber alıyordu, önümüz aydınlık görünmediği için zaten karışık olan kafam biraz daha karıştı. Türkeş Bey’in şoförü Arif Bağcı da o gün ziyârete gelerek selâm getirdi ve “Onunla ilgili bir beyanımın olup olmadığının” merak edildiğini söyledi. Bu talebin Türkeş Bey’den geldiğine hâlâ inanabilmiş değilim ama biraz da sinirlenerek “Türkeş Bey ile ömrümce kanunsuz bir şey konuşmadım. Ne kendilerinden ne de benden böyle bir teşebbüs olmamıştır ki, nasıl bir itirafım olacak” dedim. Çok zaman geçince Arife boşuna sinirlendiğimi, çünkü Türkeş Bey’i hayatında bir kere olsun görmeyen şerefsizlerin beyânlarını okuyunca haksızlığımı anladım. Şüpheli adamlar da hep ortalıktaydı. Gene de dayanamayıp, ”Türkeş Bey’de varsa hakkımız helâl olsun. Ben her zaman onun yolundayım gibi,” dışa karşı kahraman görünecek lâflar ettim. Neyse, Hanım sevincinden akşam için pek acılı kıpkırmızı bir çiğ köfte yapmıştı. Akşam namâzını kılıp öyle yiyelim diye düşünerek namaza durdum. Kapı vurulmaya başladı. Hanım açtı yine birkaç işkenceci polis. ”Gideceğiz Ali Bey” dediler. Çare yok tabii gidecektik.
(Devam Edecek)