Ali Bademci
Ertesi gün Sabri Erdem, Adem Eroğlu, Şükrü Işık, M.Ali Özdemir, İrfan Cep getirilerek merdiven altına atıldılar. Sol görüşlülerin çoğu 12 Eylül’den önce burada bulunduklarından her gün sorgu veyâ mahkeme için birkaç kişi azalıyor, anlaşılan sıra bize geliyordu. Biz “Emniyet”in listesinde bulunmuyor muşuz; sahibimiz MİT imiş gibi bir haber aldık ve sanıyorum günler sonra bu tevatürün doğru olduğunu anladık. Çünkü burada 10 güne yakın kaldık ki emniyetçiler bizimle hiç ilgilenmediler. Nihâyet her gece bir- iki bizimkiler de tek tek götürülmeye başlandı. Evvela Şâhin Bilgiç, sonra Sabri Erdem, daha sonraki gecelerden birinde de Şükrü Işık ve İrfan Cep götürüldüler. Almaya gelenler isim okuduktan sonra “Komutan çağırıyor” diye yüksek sesle anons ediliyor ve lâzım olan kişi gözleri bağlanarak götürülüyordu. Sanıyorum, bu arkadaşlardan sonra meçhul bir gece de beni götürdüler.
Gözü bağlı olarak bindirildiğim otomobil belli ki bir polis otosu idi ve durmadan telsizle konuşuyorlardı. Benimle hiç konuşmadılar ve saygısızlık da yapmadılar. Telsiz konuşmalarında da bizi alâkadar edecek bir şey söylenmiyordu ki asâyiş, hırsızlık gibi şeyler ifâde ediliyordu. Gece saat 03.00 falân gibiydi. Götürüldüğüm yerin neresi olduğunu o ilk sorguda anlayamadım. Ama beni çok iyi karşıladılar. “Baba” diye de hitap edilen “Komutan” sohbet edeceklerini söyleyerek beni, irticalen değil de elindeki kâğıdı okuyarak güzel aksanla konuşan birine teslim etti. Memur çok güzel şeyler anlattı.. Kerkük filân.. İhtilâl olduğunu, artık ülkenin önünün açıldığını, kendilerine yardım etmemiz gerektiğini uzun uzadıya belirtti. Bu kişinin bizim tanıdığımız ülkücü bir şahıs olduğu ve “dublörlük” yaptığı besbelliydi. Bana müsaade ettiği üç kelime ile bu husûsu yüzüne de söyledim. Çok hoşuna gitmedi ve kendisini tanıyabildiğimi düşündü ki ”Biz sizin fikirlerinize fikir adamlığınıza pek saygılıyız.” gibi kandırmaca lâflar etti. O anda bir numaralı sorumlu olduğu belli olan kişi, yani “Baba” vayâ ”Komutan” nın ayak sesleri geldi. Kalın aktör sesli bir adamın sesli adam ”Hoş geldin Bay Bademci. Az kalsın devleti ele geçiriyordunuz. Biz sizin fikirlerinize ve görüşlerinize karşı değiliz. Tertemiz Anadolu çocuklarısınız. Âilelerinizi inceledik ki fakir-fukara âilelere mensupsunuz. Hayret ediyoruz bu Türkeş’in arkasına neye takıldınız! Siz bilgili kültürlü adamsınız. Sahi oğlunuzun adını onun için mi Alparslan koydunuz. Kızınızın adı neden Devlet’tir” gibi beylik sözlerle fikrimi sordu. Ben de ona tesbitlerinin pek doğru olduğunu, bizim Türkeş’in liderliğinde bir siyâsi hareketin mensupları bulunduğumuzu, binaenaleyh her siyâsi hareket gibi tabii olarak devleti ele geçirme düşüncemizin yanlış bir hareket olmadığını ifâde ederek oğluma onun adını kendilerinden izin alarak verdiğimi, kızımın adını ise devletimize herşeyimizle bağlılığımızı sembolize etmek için koyduğumu belirttim. Adam çok hiddetlenip Başbuğa hakeret etmesiyle kendisinin Rahmetli’yi kıskanan işe yaramaz bir ordu mensubu olduğunu düşündüm. Çünkü o zaman İskenderun’da manyak bir korgeneral bizim arkadaşlara, ”Türkeş’in arkasında gideceğinize benim arkamda gelin.” gibi amiyâne lâflar etmişti ki şimdi başlarına gelenler de sanırım o günlerin kıskançlığının ve hasedinin günahıydı.
Birinci sorgudan işkencesiz kurtulmuş, ancak biraz milliyetçilik dersi almıştım. Koğuşa varınca kapıda zavallı bir Urfalı garibin benim için ağladığını gördüm. Hikâyesi şu imiş: Zavallıyı 12 Eylül günü Atatürk Parkında bankta yatarken yakalamışlar. Sormuşlar, sen necisin, diye “Sağcıyım” demiş getirip içimize atmışlar. Garip aslında dumancı imiş. Çünkü gazete kâğıdını sigara yapıp içiyordu. Çok ısrar ettik evlâdım “Sağcıyım“ fâlan deme de seni bıraksınlar. Olmaz ne deyim “Sağcı değilim de orispi çocuğu muyum” demez mi? Ondan sonra aramızdan ayırmadık ve sanıyorum 90 güne yakın bizimle beraber kaldı ve her halde görüşlerimizi de benimsemiş olacak ki, ”Ali Abiyi döğmüşler” diye ben geldiğimde çırpınıyor ve onun için ağlıyordu.
Birkaç gün sonra kaldığımız merdiven altı nezarethânesinden yeni bir yere “Refika Halıcılar Ortaokulu”na nakledildik. Bu okulun birinci katında bir Jandarma Bölüğü ve 2.katında da gözaltılar bulunuyordu. Önce sol ve sağ beraberdi ama sonradan geçimsizlik çıkınca ayırdılar. Sol tabii olarak daha kalabalıktı. Biz bir odaya sığdık ki zaten 11 kişi olduğumuzu hatırlıyorum. Gidenlerden Şahin Bilgiç bir daha aramıza dönmedi. Şükrü Işık ve Sabri Erdem’i birkaç gün sonra getirdiler. Her ikisi de benim çok yakınımda bulunan insanlardı. Adem Eroğlu bunlardan bir bilgi alma görevini bu sebeble benden ricâ etti. Evvela Şükrü ile görüştüm ve anladım ki çok büyük ölçüde isim vermiş. Dolayısiyle ertesi günden itibaren ülkücü gençler toplanmış. Bunları bizim yanımıza getirmeyip doğrudan sorguya almışlar ve ilk büyük falakalarla bilgi akışı başlamış. Tabii sanıyorum ki kendilerinin elinde bir şey olmadığını, herşeyden habersiz olduklarını birkaç gün sonra ülkücü bir asteğmenin bana verdiği ”Ali Bademci. Hergün Gazetesi Adana Temsilcisi. Ülkücü Dirijan. Kamuoyunu MHP ve ülkücüler lehinde yönlendirci yayın yapar.” şeklindeki şahsımla ilgili nottan anladım. Kupkuru ve bomboş bir tesbit. MHP’li olan bir adam MHP’nin yayın organında onların lehinde muarızların aleyhinde yazmayıp da ne yapar Allahaşkına! İşkenceci zekâsı.. Gerisi.. Gerisini de kötekle söktürecekler.. Ne için? Peki bugüne kadar devletin bütçe harcadığı istihbarat ne halt etmiş! İşte komedya dediğiniz bu değil mi ?..
Neyse Sabri Erdem’i de bir yoklayayım dedim ama keşke yoklamıyaydım.” Çarem yok konuştum kardaş. Yoksa 1,5 yaşındaki kızın falan.. Çok dayak yedim, dayanamadım. Ne yapayım.” Demez mi? Sabri Erdem’i belki unutan olmuştur diye söyleyeyim: Bizim Adana Ülkü Ocakları Başkanlarından. 12 Eylül öncesinde de partinin Alparslan Türkeş’e bağlı “Eğitimci” diye adlandırılan maaşlı görevlilerindendi. Kendilerine arandıklarında gazetede bulunma talimatı verilmiş bu husûsta biz de bilgilendirilmiştik. Hepsi bundan ibaret.. Ben, ne yaptıklarını ne de gittikleri yerleri bilmezdim, zaten sormaya da yetkim yoktu. Ancak hiçbir surette yanımdaki personeli ocak-bucak ve partiye bile işi yokken göndermedim ve herhangi bir suça karışmamaları için çok gayret ettim.
Gazeteden açılmışken üç-beş kelime ile daha ederek esas mevzuumuza dönelim. Ben akşamları Çukurova Gazeteciler Cemiyeti’ne giderdim. Cemiyette benden başka sağcı mensup olmadığı gibi ülkücü zaten yoktu. Sağolsun solcu hatta komünist arkadaşlar bile beni severdi. Yalnız bir tefrikamızdan dolayı rotaryen olan ağabeyler benden pek hoşlanmazlardı. Burası akşamları tam bir meyhane gibiydi. Gençlik hali ve utanma belâsı veya ülkücülerin cemiyet dışı insanlar olmadığını göstermek için birkaç bira içer ondan sonra komünist arkadaşlara güzel “Turancılık” nutukları çeker, fakat kendilerinden hiç böyle nutuklar dinlemezdim. ”Galiyev”ci Oğuz Baytok’un güzel sesinden çok “Hacı Arif Beğ” klâsiği dinlediğimizi de söylemeliyim. Şunu da belirteyim ki o zaman parçalanmış, kurtarılmış sağ ve sol bölgelere ayrılmış Adana’da her zaman meslektaşlarıma zarar gelmemesi için çok gayret sarf ettim, Allah var onlar da beni her türlü korudular..
Dönelim mevzuya.. Kendisi gerçekten çok inançlı ve samimi bir insan olan Sabri Erdem’e neyi anlattığını sora sora ancak bir gün sonra “Şu Cevat Yurdakul İşini” dedi. İnanın pek rahatladım ama Sabri Hoca’nın bazı şeyleri söylemeye sıkıldığı zaman yüzünün kızarmasından bizim de bir ilgimizin bulunduğunu anladım. Şeyhim ve uğurumuz Ayhan Aksu ne olmuş diye sorduğunda,”Hocam herhalde durumumuz çok kötü.” dedim. Hocam, “Sorguya giderken abdest al, inkâr ve inatlık yerine masûmiyetini makul cümlelerle ifâde et. Sakın ola ki Tanrı’ya isyân etme. Çocuklarını hiç düşünme, ben nasıl olsa bugün yarın çıkacağım. Onlara gül gibi bakarım. Yanlış yapma, arkadaşların yanlış yapmış diye onları kınama ve kırma. Meşhur sözü biliyorsun ki zalimin zulmü karşısında Allah’a sığın.” dedi ve gözleri doldu. Şeyhimin içine doğan oldu ve ben o gece bir daha dönmemek üzere “Komutan”ca huzûra celbedildim.
Bu Refika Halıcılar Okulu’na eşim çocuklarım, anne ve babamdan sonra en kıymetli varlığım, hattâ mânevi dünyamın mimarı Şeyh’im Ayhan Aksu ile bir hafta küs kaldık. 45 yıllık beraberlikte beni hüzünlendiren en kötü günlerimiz bu birkaç gün idi. Mesele şuydu: Hocam çayı ve titiz yaşamayı çok severdi. Her zaman tertemiz giyinir, çok ağır yemek yer, yerken ağzından ses gelmez; esâsen herkesin ekmeğini de yemezdi. Beni ve hususiyle belki de daha fazla eşimi sever onun eli ile yapılan herşeyi zevkle yerdi. Gözaltında bulunduğumuz 12 gün içinde iki sefer beni pek tekdîr etti. Biri kendisine rüşvetle, bir paket samsun sigarası karşılığında erlerden, bir bataniye içine sarılı bir demlik çay temin etmiştim ama bundan bir damla içemedi. Bu çay kanunsuz yollardan elde edilmiştir, ”İçmem” dedi. İkincisi oradaki askeri birliğin her rütbedeki komutanları herşeyden evvel yaşı ve öğretmenliği yüzünden kendisine çok hürmet ediyorlardı. Özellikle çok yakın dostluk kurduğu bir astsubay onu pek dinlerdi. Burada günde iki defa silâhlı asker refakatinde 15 dakikayı aşmamak kaydı ile tuvalete gidilebiliyordu. Bu sabah ve akşamdı. Bir gün sabah ben kalktım ki hiç kimse yok herkes tuvâlete gitmiş ben uyuya kalmışım. Kapıdaki askere ricâ minnet ettimse de dipçikle beni tartakladı ve yattığımız odaya itti ve kapıyı kilitledi. Ben küçük abdeste çok sıkışmıştım. Ne yapmayı düşünürken baktım ki köşeden bir pissu borusu iniyor ve apış arası seviyesinde, daha evvel burada kalanlar tarafından erkeklik organı kadar bir delik açılmış. Ben hemen buradan defi hacet ederek rahatladım. Beş dakika sonra da arkadaşlar ve hocam tuvâletten geldiler. Tam iki-üç dakika sonra da kapı “tak tak tak” diye vurulmaya başladı. Kapıyı çalan bahsini ettiğimiz Assubay’dı. Hocam kapıyı açtı, Astsubay, ”Hocam karşı borudan işemişler” dedi. Hocam, ”Olamaz biz şimdi lavabodan geldik herhalde komünistler yapmış.” deyince görevli tam aşağıda telsiz merkezi bulunduğunu ve gelen sıvının sıcak ve dumanlı olduğunu belirtince mahcûp bir vaziyette özür diledi ve içeriye döndü “Hangi Allah’ın belası bunu yapmış, sensin değil mi burada zaten başkası yoktu” diyerek pek sinirlendi ve sorguya gidene kadar da benimle konuşmadı.
(DEVAM EDECEK)