Bu Şehr-i Sitanbul ki-4
Mehmet SAYIN
İstanbul’un sokaklarında gezinmeye devam edeceğiz;
Ama bileceğiz ki bu İstanbul ile 40 yıl öncesinin İstanbul’u arasında dağlar kadar fark vardır.
Öylesine farklıdır ki sadece caddeler ve sokaklar değil o caddelerde yaşayan insanlar da farklıdır ve asla aynı değildir.
40 yıl öncesi İstanbul 2.5 -3 milyon kişi civarında bir nüfusu barındırıyordu ve bugünkü şehrin “arazi olarak” 10 da biri bile değildi.
Peki ne oldu bu şehre;
Ne olacak iç göçle doldu taştı.
Taşarken de bütün alışkanlıklarını ve kültürünü de kaybetti.
Tabii kültürünü ve alışkanlıklarını kaybetmeyen insanları “ve hatta mahalleleri” halen de mevcut ama çoğunlukla bir kaybın olduğunu da rahatça söyleyebiliriz.
Yazılarımın başında Haydarpaşa garını anlatmıştım ve orasının Anadolu’dan İstanbul’a göçün varış noktası olduğunu da belirtmiştim.
Şimdi biraz da o göçten bahsedeceğim;
Zira iç göçü anlatmadan İstanbul’u anlatmak mümkün değildir.
Aslında bu göç sadece İstanbul’un meselesi de değildir,bütün Türkiyeyi de etkilemiştir .
Kendi barınağını da icad etmiştir;
Kendi müziğini de;
Tabii kendi ulaşım aracını da.
Bu göçün içerisinde gurbet vardır,ayrılık acısı vardır,hüzün vardır.
Şimdi o göçten biraz bahsedeceğim.
Burada ilk açıklamamız gereken şey Türkiye’nin son elli yılını şekillendiren köyden şehire göç ve onun sonunda “köylü toplumdan” “şehirli topluma” dönüşümün nasıl olduğu ve ne sonuçlar doğurduğudur.
40 lı ve 50 li yıllarda Türk toplumu daha çok köylerde yaşayan ve tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir özellikteydi. Buna bağlı olarak da sosyo-kültürel özellikleri de köylülüğün niteliklerini taşımaktaydı. Bu özellik ekonomik yönden kendi yağı ile kavrulmak olarak tarif edilebilirdi. Tarım ve hayvancılık üretimi ile kendi gıda ihtiyacını temin etmekte ve bu üretimin bir kısmını satmak suretiyle de giyim kuşam ve ev eşyaları gibi diğer ihtiyaçlarını temin etmekteydiler.
Sosyal yönden de dışa kapalı bir özellik göstermekteydiler.
Başka türlü olması da düşünülemezdi zaten.
Telefon yoktu,elektrik yoktu,radyo yoktu,yol yoktu, tam bir mahrumiyet vardı ama. Böylesine kapalı bir toplumun dış dünya ile tek ilişkisi ise arada sırada kasabaya gidenlerin oradan getirdikleri gazeteler ve radyo vasıtasıyla duydukları haberlerden ibaretti. Gazeteleri ise herkes okuyamıyordu,her köyde okul yoktu çünkü ,ayrıca kız çocukları da çoğu yerde”okumasına ne gerek var”denilerek okutulmuyordu Ergenlik çağına giren kızlar hemen evlendirilmekteydi. Okuma oranıysa yüzde onları ya geçer ya geçmezdi.
Eğlence hayatı da düğünlerle sınırlıydı. Orada bile dışa bağımlılık vardı. Köylerin çoğunluğunda “sırf mal dışarıya gitmesin diye”evlilikler o kapalı toplumların içinden yapılıyordu. Bunun anlamı da kapalı toplumun daha da içine kapanması demekti. Dışa kapalılık mutfak kültüründen müziğe kadar hayatın her alanındaydı. Zaten bu monoton hayat yüzyıllardır pek fazla değişmeden gelmemiş miydi,onun için “böyle gelmiş böyle gider” denmiyor muydu. Akraba evliliklerinin sonuçları da daha sağlıksız yetişen nesillerde görülmekteydi.
Köylerde nüfusun artış oranı da şehirler nazaran daha fazlaydı. Doğum kontrolü ise hiç bilinmeyen bir şeydi. Fazla çocuk ise köyde daha fazla çalışacak insan demekti çünkü herkes üreticiydi.
Şehirlerde ise çok çocuk beslenecek daha fazla boğaz anlamı taşımaktaydı ve aynı zamanda daha sonra çekilecek acıların da kaynağıydı.
Köylerin nüfuslarının hızlı bir artışa geçmesi bir noktadan sonra fazla nüfusu daha fazla işgücü olmaktan çıkarmaya başlamıştı. Şehirlere göçün sebeplerinden biri buydu.
Diğeri ise köyde hayatın yüzyıllardır aynı olması ve eğitim,sağlık gibi en temel ihtiyaçlar yönünden de mahrumiyet bölgesi olmasıydı. Kasabasını veya il merkezini gören köylüler tabii olarak oradaki şartlara imrenmekte ve ilk fırsatta oralar kapağı atmak istemekteydiler. “Biz okuyamadık bari çocuklarımız okusun”düşüncesi vardı ve çok doğru bir düşünceydi bu.
Ama köyden şehire göç olayını tetikleyen esas faktör ise sanayileşme ve onun sonucu olarak gelen,sanayinin işgücü talebiydi.
Şehir insanları daha çok ticaret ve esnaflıkla uğraştıkları için bu talebe cevap verememekteydiler.
Şehirli toplumlar da yapıları gereği daha ufku geniş ve daha dışa açıktılar. 40 lı ve 50 li yıllarda bu fark ise bugüne nazaran çok daha fazlaydı.
Şehir insanları ise daha çok esnaflık,ticaret memuriyet gibi işler ile geçinmekteydiler en azından her gün köylü insanlarımıza nazaran çok daha fazla kişiyle karşılaşmakta ve bunun sonucunda çok daha fazla kişiyi tanımaktaydılar bu özellik de şehirlilerin daha geniş ufuklu olmalarına yol açmaktaydı..
Şehirliler köylere nisbeten çok daha iyi ,şartlarda yaşamaktaydılar. Çocuklarını okullara göndermebilmekte,elektrik ,su telefon ve yol gibi medeni ihtiyaçlardan çok daha fazla istifade etmekteydiler. Gerçi Anadolu’da hayat şartları köylere daha çok benzeyen kasabalar da vardı ama oraları zaten köyler ve şehirler arasında geçiş niteliğindeydiler.
Neticede şehirliler köylülere nazaran daha dışa açık insanlardı. Köy şartlarında cahil kalan köylülere göre şehirliler daha fazla okuma şansına sahiptiler. Aslında köylüler ve şehirliler arasında fırsat eşitsizliği de vardı Köylerde iş alanları mahdut iken şehirlerde iş imkanları daha fazla idi.
Tabii ki bu analiz köyden şehire göçün başladığı ve şehirlerin bugüne nazaran çok daha fazla cazibe merkezi olduğu yıllar için geçerliydi.
İşte size köylerden şehirlere göç için bir neden daha.
Hayatın her alanında şehirlerde hayat daha farklıydı. Köy ekonomisinin üretkenliğine nazaran şehir ekonomileri daha ziyade ticarete dönük ve mal ve hizmet arzı alanında etkiliydi. Sanayileşme ise henüz emekleme devrindeydi ve sanayi üretimi küçük atelyelerde ve günlük ihtiyaçlara dönük imalatlar şeklindeydi. Bizim bildiğimiz imalat işçiliği gelişmediği için geleneksel usta-çırak ilişkileriyle üretim yapılmaktaydı.
Şehirler ve köylerin ortak noktaları yok muydu peki?
Tabii ki vardı.
Geleneksel Türk aile yapısı ve ataerkil aile tipi her iki kesimde de egemendi,ancak çekirdek aile dediğimiz daha küçük aile tipi henüz yoktu. Evlerde birkaç kuşağın beraber yaşadığı büyük aile tipleri vardı. Tarihin başından beri olagelen gelin–kaynana kavgaları da ortak noktaların olmazsa olmazlarındandı.
Toplumun genel yapısındaki muhafazakar anlayış aynen vardı.
Köylüler ürettikleri mallarını şehirlerdeki tüccarlar ve esnaflar vasıtasıyla piyasaya sunmaktaydılar. Her iki taraf arasındaki ekonomik bağ da buradaydı.
50 li yıllarda hızlanan sanayileşme sonucunda ve yukarda yazdığım sebeplerin de etkisiyle giderek daha da ivme kazanacak olan ““köyden şehire göç dalgası””başlayacaktı. Bu göçün ise kültürel alandan siyasete kadar yansımaları olacaktı. Bugüne etkisinin çok olması bakımından bu bölümde köyden şehire göç olgusunun “İstanbul’ a yansımaları” üzerinde duracağız.
Bu göçün olabilmesinin ilk şartı da insanlara gereken evlerin yapılmasıydı,zira şehirlerde yeteri kadar mesken mevcut değildi.
Köyden şehire göçün meydana çıkardığı ilk şey oturdukları evler oldu. Bu evlere gecekondu denmekteydi.
Göç edenler aynı köylerinde olduğu gibi buldukları ilk arsaya(veya tarlaya) evlerini bir gecede yapıverdiler. Ondan sonraki ilk işleri de hemen yanlarına kardeşlerini veya emmi oğullarını getirip birkaç kondu daha yapmak olacaktı.
İşte İstanbul’un tarlaları bahçeleri bu şekilde gecekondulaştı.
Yapılar aynı köydeki usullerle imece usulü yapılıyordu. Zaten köydeki evlerinin de aynısıydı. Arazinin kimin olduğuna da kimse bakmıyordu. Bazen tapulu arsalara kondular da yapılıyordu ama yağmalanan genellikle devletin arazileriydi. Şartlarının ise köyden pek de farkı yoktu. Yolları hak getireydi,elektrik de yoktu su çeşmeden geliyordu okullar ise uzak mahallelerdeydi.
Yani insanlar göçle yalnız kendileri gelmemişler köylerini de beraber getirmişlerdi. Yazları köylerine giderek erzaklarını da oralardan getirmekteydiler.
Halen de öyledir.
Şehirdeki hayat şartlarının zorluğuna uyum sağlamak için yapılacak başka bir şey de yoktu zaten.
Göç etmek Türk milletinin geçmişinde vardı ve neredeyse genlerine kadar da işlemişti. Aslında göç edenler kendi çözümlerini kendileri uygulamaktaydılar.
Zaten bu kadar hızlı bir değişime devletlerin çözüm üretebilmeleri de çok zordu.
Göçle beraber köylü anlayışı ve kültürü de beraber geldi. Yukarıda da demiştim insanlar köylerini de her şeyiyle beraber getirmişlerdi.
Örnekleri genelde İstanbul’dan vereceğim. Zira İstanbul Türkiye’nin kesiti niteliğindedir ve aynı zamanda sosyo-ekonomik yönden de Türkiye için bir laboratuar dır.
İstanbul için “taşı toprağı altın” diyorlardı göçün ilk yıllarında.
Tabii ki değildi, böyle olmadığı için buraya ümitle gelenler kısa zamanda hayal kırıklığına uğrayacaklardı.
Köylerinde üretken olan insanlar burada iş bulamadıkları anda kolaylıkla tüketici oluveriyorlardı. Buldukları işler de çoğunlukla düşük ücretli ve zor çalışma şartlarına sahiptiler. Köylerinde aslanın ağzında olan ekmek şehirde sanki midesinde gibiydi. İş bulamayanlar zamanla yeni iş alanları buldular.
Bunlardan biri işportacılıktı.
Ama bu işi yapmak başlı başına bir sanat gibiydi,bir gözünüzle malınızı satarken diğer gözünüzle de zabıtaları kollamak zorundaydınız. Uzaktan zabıtalar göründüğü zaman da iş tabanlarınızın kuvvetine kalıyordu,kaçamazsanız yakalanıyordunuz.
Diğer yandan düşük ücretli işlerde sigortadan yoksun olarak çalışanlar da vardı.
Onların da iş kazası geçirmeleri halinde hayatları kayıveriyordu.
Ancak şansı yaver gidip de dolgun maaşlı işlerde çalışanlar da vardı .Memleketten gelirken malını satarak birkaç kuruşu olanlar da çiftçilikten esnaflığa adım atıyorlardı ama onların bir kısmı da esnaf olmayı başaramayıp batmaktaydılar.
Çünkü esnaflık da bir yerde çekirdekten yetişmeyi gerektirecek bir yapıdaydı ve sonradan öğrenmek de çok zordu.
Bu zorlukların getirdiği ortak sonuç da tabii ki acı ve ızdırapdan başka bir şey değildi.
Acı ve ızdırap Türk milleti’ne zaten yabancı değildi. Ataları yedi düvelle yedi cephede harp eden insanların torunlarıydık zaten. Her ailenin geçmişinde de birkaç şehit vardı.
Çekilen acılar ise müzikle dışa vurulmaya başlamıştı. Bu müziğin adı da “Arabesk”idi. Arabesk müzik 60 lı yıllardan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştı.
Bu arada gecekondu mahallelerine belediye hizmetleri de gitmeye başlamıştı. Yollar yapılmakta ,elektrik su,kanalizasyon ve okul gibi medeni ihtiyaçlar da giderilmeye çalışılmaktaydı. Gecekondu mahallelerinde de ulaşım minibüslerle yapılmaktaydı. Arabesk dediğimiz müzik tarzı da bu minibüslerle beraber anılmaktaydı. Arabeskin kralları da Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur idi. Bu sanatçıların şarkıları minibüslerden yayıldığı gibi resimleri de minibüsleri süslemekteydi. Artık dertleri zevk edinmiştik ve “Batsın bu dünya”diyorduk.
Şarkılarda başta aşk acısı olmak üzere her türlü acı vardı. Bu müzik tarzı da Türk sanat müziği,halk müziği karışımının Arap ritimleriyle çalınmasıydı. Ama içindeki duygu yükü varoşlardan gelmekteydi. Ve o duygu yükü içerisinde de acı ve ızdırap ön plandaydı.
Aslında kimsenin o anda farkına varmadığı ve ancak yıllar sonra fark edebileceği büyük bir kültür değişmesi yaşanmaktaydı. Bu kültür değişmesi bugün Türk siyasetini dahi etkileyebilecek kadar derindi. Toplum katmanları arasında köyden şehre göç ile birlikte birbirinden farklı kültürler de harmanlanmakta ve bunun sonucunda yeni yeni kültürel sentezler oluşmaktaydı. Bu kültürel değişim sonradan farkedildi.
Aslında bir laboratuvar’ın içindeydik hepimiz ve bunun farkında da değildik.
İstanbul da bu labaratuvarın merkeziydi sonuçta Türkiye’nin kültür başkenti değil miydi ?
Türkiye’de Balkan harbinden beri başlayan ve 50 yıllardan iki binli yıllara kadar da devam eden bir göç dalgası daha vardır.
O dalga da Balkanlardan göçen milyonlarca insandır.
Balkan harbinden sonra büyük oranda yapılan göç hiç bitmemiştir. Bugün Türkiye’de Balkan göçmeni milyonlarca insan vardır.
Bunların bir kısmının göçü de burada anlattığım yıllara tekabül etmektedir. Ellili yıllardan sonra çeşitli baskılarla Türkiye’ye göç ettirilmiş milyonlarca insanımız vardır. Bu insanlar da şehirlerimizin varoşlarında Anadolu’dan gelen insanlarımızla yan yana yaşamaktadırlar.
Yan yana yaşamanın sonucunda insanlar kabuklarından çıkmaya başlamışlar birbirlerini fark etmişlerdir. Mesela Urfa’lı ailenin kızı Karadeniz’li ailenin oğluyla, Gaziantep’li ailenin oğlu Bursa’lı bir kızla Üsküp’lü ailenin oğlu Malatya’lı bir ailenin kızıyla evlenmiştir.
Kız alıp verme dolayısıyla yeni yeni akrabalıklar tesis edilmiş ve bunun sonucunda yeni nesiller oluşmaya başlamıştır. Bunun anlamı kapalı toplumların sona ermeye başlaması ve köylü toplumların da şehirliliğe dönüşmesidir.
Zaman içerisinde mutfak kültürümüzde de değişiklikler oluşmaya başlamıştır.
Anadolu ve Rumeli’nin mahalli lezzetleri büyük şehirlerde artık yan yana durmaktadır. Rumeli işkembecisi,Gaziantep baklavacısı,Adana kebapçısı ve Tekirdağ köftecisi ,Karadeniz pidecisi yan yanadır ve bunun binlerce hatta on binlerce örneği vardır. Bunun sonucunda evlerdeki mutfaklarda da değişim vardır.
Bir diğer sonuç da evlerin yapılaşmalarıyla ilgilidir.
Gecekonduların her türlü işlerini gören ve medeni ihtiyaçlarının tamamını karşılayan devlet onları çıkardığı imar afları vasıtasıyla meşrulaştırmıştır da.
İmar afları ile meşru hale gelen gecekonduların yerine yap satçı denen ve çoğu karadenizli olan müteahhitler kat karşılığı apartmanlar dikmişler ve bu şekilde çok büyük bir rant kapısı açılmıştır.
Köylerinden bir yatak bir yorganla gelen insanlar birkaç sene içinde “çoğunlukla başkasının veya devletin” arsası üzerinde mal mülk sahibi hale gelmişlerdir.
Artık tek katlı gecekonduların yerinde çok katlı apartmanlar mevcuttur. İnsanlarımızın apartman hayatına ayak uyduramadıklarını da burada belirtmeliyim ,apartmanlarda yan yana yaşamak pek de başaramadığımız şeylerdendir. Eski usul gecekondularda veya köy evlerinde insanlar kapılarını kapadıkları zaman birbirlerini duymamakta ve kendi dünyalarına dönmektedirler.
Apartman hayatın yaşayan insanlar buna alışamadılar. Aradan geçen yıllardan sonra dahi alışmış olduklarını da söyleyemeyiz. Apartman sakinleri kendi hakları için her şeyi yapmaktadır ama başkalarının haklarına da hiç riayet etmemektedirler. Apartman aidatlarını ödememek için de herkesin bir bahanesi vardır ve kimsenin aklına da komşularının rahatsız olabileceği gelmemektedir. Ama aynı insanlar komşusu kendini rahatsız edince kıyametleri koparabilmektedir.
40 lı yıllardan 60 lı yıllara kadar köylü ağırlıklı bir toplum olan Türk toplumu 70 li yıllardan itibaren şehir ağırlıklı olmaya başlamıştır ama tam anlamıyla yani kültürel anlamda da şehirli olabilmesiyse 90 lı yıllardan sonradır.
80 li yıllardan sonra Türkiye’de teknolojik anlamda çok büyük değişiklikler olmuştur. Bu gelişimin temel sektörleri ,inşaat ,iletişim enerji ve ulaşımdır. Ancak milli eğitim alanında aynı gelişimin olduğunu söyleyemeyiz.
Bugün neredeyse her köyün yolu ve elektriği vardır,herkesin cebinde ayrı, evinde ayrı telefonu da mevcuttur.
İletişim alanında ülkemizde epeyce mesafe aldığımızı söyleyebiliriz.
80 li yıllardan itibaren televizyonumuz sadece TRT idi ama renkli ve üç kanaldan yayın yapan bir TRT miz vardı. 90 lı yıllarda ise TRT nin yanında özel kanallar da ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunları kuranlar özel sektörün patronlarıydı ama basın sektöründen gelmemekteydiler. Bu kişiler sahip oldukları tv leri ve gazeteleri kendi şirketlerinin maddi amaçları için kullanıyorlar ve medya kuruluşlarına sadece ticari menfaat açısından bakıyorlardı,yani medya etiği denen şey de ortada yoktu.
Bu arada basın kelimesinin yerini yazılı ve görsel medya kelimelerinin aldığını da burada belirtmem gerekiyor,ayrıca 70 li yılların basınının da 2000 li yılların medyasının da İstanbul merkezli olduğunu yazmadan geçemeyeceğim.
Medyada öne çıkan sektör de reklamcılık sektörüydü.
Çok kanallı TV lerle beraber hem medya sektöründe hem de reel sektörlerde kıyasıya rekabet ortamı oluşmuştu. Liberal kapitalizmin “tam rekabet” dediği bu ortamdı.
İşte reklamcılık sektörü tam da burada devreye girmişti.
Özel televizyonların idaresini ve kuruluşunu yapanlar de TRT nin yetiştirdiği elemanlardı. Zaten başka türlü olması da mümkün değildi.
Bugünün TV lerini “bir anlamda” yöneten ise reyting belirleme kuruluşlarıdır. Onların belirledikleri reytinglere göre tv ler reklam pastasından pay almakta reytingi düşük olan diziler de hemen yayından kaldırılmaktadır.
Reyting belirleme kuruluşu ise yabancı menşelidir.
70 li yıllarda tv karşısında yenilen ve salonlarının çoğunu kaybeden sinema sektörü de 90 lı yıllardan itibaren, kendini hem sinema salonları ve hem de çevrilen filmlerin kalitesi bakımından yenilemiş ve bir anlamda dirilmişti ve film piyasasının merkezi de İstanbul değil miydi?.