Bu Noktaya Nasıl Gelindi?
Şükrü Alnıaçık
1- Başbakan Erdoğan, 11 yıldır partisinin parlamento üstünlüğünü kullanarak bütün meşru kamu yönetimimekanizmalarını, sol, liberal ve diğer rejim karşıtı güçlerin desteğiyle kontrol altına aldı.
2- AKP’nin 3. iktidar döneminde, demokrasinin meşru iktidar kuvvetleri olan “Yasama, Yürütme ve Yargı,” kurumları devleti küçülten devrimci bir anlayışla tamamen ele geçirildi.
3- Demokrasinin vazgeçilmezlerinden olan kuvvetler ayrılığı ilkesi ve “bu kuvvetlerin birbirini denetleme yolları,” sonu hiç düşünülmeksizin tıkandı.
4- Dördüncü kuvvet sayılan “Basın“ ve 5. sıraya konulabilecek “Üniversite” kaygılar hiçe sayılarak “yandaş” kılındı.
5- Öteden beri dar siyasetin dışında kalan; ancak iç ve dış stratejik sebeplerle temel siyaseti MGK üzerinden koordine eden “Ordu” acımasızca itibarsızlaştırıldı ve baskı altına alındı.
6- Bütün bunların bir sonucu olarak Gazi Meclisin, Bağımsız Yargının, Özgür Basının, Onurlu Üniversitenin ve Atatürkçü Türk Ordusunun asla kabul edemeyeceği Öcalan vesayetli bir “ahlaksız müzakere” süreci millete dayatıldı.
Yani AKP’nin en başında Laiklikle giriştiği mücadele, daha makbul oruç, daha fazla hacı, daha ihlaslı namaz ve daha nitelikli tesettür gibi İslami sonuçlar doğurmak yerine, daha fazla yeşil sermaye, daha gevşek anayasa, daha onursuz bir Türkiye, daha zayıf bir ordu ve daha despot bir polis gibi gusülsüz sonuçlar vermeye başladı. Çünkü bu mücadelenin içinde “Mehmetçiğe saygısızlık, şehide vefasızlık, vatani mukaddesata kayıtsızlık” gibi liberal sol söylemler vardı.
“Vatandaşa şahin, teröriste güvercin” nitelikli bir güvenlik anlayışıyla yapılan son Gezi Parkı müdahalesi ise bardağı taşıran son damla olarak Taksim meydanına düştü. Taksim’de başlayıp, boyut ve nitelik değiştirerek yurt sathına yayılan protestoların kitleselleşme kabiliyetinin arkasında bu süreç yatmaktadır.
Dünkü yazımızda eylemleri sembolik olarak renk kartelasına yerleştirmiş ve geleneksel isyan rengimiz olan “kara” rengin “yeşil“e ve “turuncu“ya göre biraz daha öne çıktığını belirtmiştik. Evet eylemler, gün geçtikçe CHP’nin 1996 Susurluk Olayından sonraki tepki yumağına benzer bir şekilde kısmen kitleselleşiyor.
-Gündüz saatlerinde kentlerin merkezi noktalarında öğrenciler ve belli bir işi olmayan gençler, mevzi nöbeti tutar gibi varlık gösteriyorlar. Akşam mesai çıkışı sonrasında bu bölgeler kalabalıklaşıyor ve hava kararınca yerine göre niteliği farklılaşan eylemler başlıyor.
-Polisin müdahale şekli, bölgenin hassasiyetine göre değişiyor. Mesela Ankara’da Güven Park’tan Başbakanlığa veya Kuğulu Park’tan Meclise yürüme eğilimi gösteren gruplara polis şiddetle müdahale ediyor. Beşiktaş’ta da Başbakan’ın çalışma ofisi gibi hassas noktalara yönelik hareketler aynı sertlikte karşılık buluyor. Taksim’de ise polis geri adım atmış durumda.
-Hassasiyeti olmayan bölgelerde provokatif marjinal unsurların kamu malına, mal emniyetine veya AKP binası gibi noktalara yapmaya çalıştıkları hücumlar da karşılıksız kalmıyor. Bunun dışında aralarına farklı partilerden bazı Milliyetçilerin de katıldığı CHP taraftarlarının, taşkın şampiyonluk kutlamalarına benzeyen eylemlerine de polis geç saatlere kadar müdahale etmiyor.
Herhangi bir bakanlığın birkaç saatliğine bile olsa eylemcilerin eline geçmesi, Enver Paşa’nın 1913 Bab-ı Ali Baskınından bu yana yaşanmamış bir hadise olacağı için polis bu konuda oldukça dikkatli davranıyor. Bugüne kadarki bütün “hayaldi gerçek oldu“ların üzerine tüy dikecek olan böyle bir olayı tabii ki biz de asla tasvip etmiyoruz. Ancak bizim itidal tavsiyelerimiz bu ihtimali ortadan kaldırmıyor.
Eylemlerin bir müdder daha sürmesi halinde eylemciler, biber gazına karşı organik maske, sis bombasına karşı elastik raket, plastik mermiye karşı teneke kalkan ve polis jopuna karşı polyester yelek gibi “Türki” savunma yöntemleri keşfedebilir, toplu hücum ve cesur savunma taktikleri geliştirebilirler. Olayların bu tempoda artarak Ramazan’a kadar devam etmesi halinde ise süreç çok daha büyük boyutlara varabilir.
Olaylar, şimdiden Başbakan’la Cumhurbaşkanının arasını açmış, şimdiden Hafız Esad’ı rahatlatmış, şimdiden “ABD’nin AKP’nin yerine CHP’yi hazırlayabileceğini” göstermiştir.
Dün “el ateşiyle ocak yakılmaz” demiştik, sözümüzün arkasındayız. Ayaklanma, ellerdeki Atatürk posterleri nedeniyle Kemalist bir hareket gibi görünebilir ve cephedeki kırmızı beyaz bayraklar sayesinde bazı Ülküdaşlarımızın sempatisini de kazanabilir. Ancak bize göre; bu ayaklanmanın ruhundaki “Kemal” Mustafa Kemal değildir. Hatta “Kemal” Kılıçdaroğlu bile değildir.
CHP’yi ve devleti turuncuya boyamaya yönelik “Açık Toplum” süreci, 2001’de “Kemal” Derviş’le başlamış; Kemalist Ecevit’i ve Baykal’ı devirdikten sonra nöbet, Dersim’li Kemal’e geçmişti.
AKP’yi, muhafazakar sağ seçmeni liberalize eden bir taşeron örgüt gibi kullanan, başta TESEV olmak üzere Washington güdümlü “Açık Toplum“cuların mevcut tablodaki gerçek favorisi CHP’dir.
Kadife devrim, sağ ayağını AKP ile yere basmış; şimdi sıra sol ayağını yere indirmeye gelmiştir.
Soğuk Savaş sonrasındaki bu provokatif sinsi devrimler sürecinde samimi Atatürkçüler ve bütün Türk Milliyetçileri her türlü oyun karşısında son derecede uyanık olmak zorundadır.
Avrupa’nın Gezi Parkı eylemlerine verdiği açık destekten sonra ABD’nin “Türkiye’nin güvenliğini en iyi şekilde garanti altına almanın yolunun temel özgürlüklerin desteklenmesinden geçtiğine inandığını” belirterek “taraflara” itidal çağrısı yapması karşısında işkillenmemek elde değil.
Nereden tutuşturulduğu tam olarak belli olmayan bu isyan ateşini, kendi Ocak ateşimizin başından ayrılmadan izlemeye devam ediyoruz.