ALEVİLER TAHRİK Mİ EDİLİYOR?
Dr. Abdülkadir SEZGİN
“Barış süreci“ adıyla başlayan olayla –nerede ise- eş zamanlı denilecek şekilde dile getirilmeye başlanılan “Alevilik”ten bahseden konuşmaların Alevileri tahrike ve bazı olayların içine çekmeye yönelik gibi bir fikrin aydınlar arasında tartışılmaya başlandığı gözlemleniyor.
Değişik gurup ve mesleklere mensup Türk aydınları, “Alevilik konusu nereye gidiyor?”sorularını sormaya başladılar.
İstanbul Boğazı’na yapılacak 3. Köprüye isim verilmesiyle ciddi bir boyuta yükselen tartışmaların bir ara “Taksim Gezi Parkı” eylemleriyle bütünleşmesi tesadüfle izah edilebilir mi, sorusu sorulmaya başladı.
Özellikle Suriye’den bahsedenler, Esed’in Alevi olduğundan bahsediyor. Ülkemizdeki Alevilerden, hatta Alevi siyasi liderlerden özellikle bahsediliyorlar. Alevilerin Esed’e destek verecekleri vurgulanmıştı.
Ortalıkta Suriye bataklığına Türkiye’yi çekmek isteyenler olabilir. Buna karşı devlet başta olmak üzere, aklı olan herkesin tedbir alması gerekirken, ülkemizdeki Alevi olan vatandaşlarımızla Suriye’dekilerin aynı inancı paylaştıkları zannıyla “bizim Alevileri” kavgaya çekmek istediklerini düşünmek bile insanın beynine kan hücumuna sebep oluyor.
Allah’tan ki, “Alevi denilen siyasi lider” kendisiyle ilgili bu konudaki ithamlara cevap vermiyor; siyasetin itham eden, bölen, ayıran ve yandaş üretmeye yönelik kelimeleriyle savunma yapmıyor. Bize göre olgun davranıyor; eskilerin deyimi “kemâl sahibi” olduğunu gösteriyordu.
Bu sessiz ve ciddiye almayan tavrı son derece önemli sayıyorum.
DİN KONUSUNDA BİLGİSİZLİK VEYA CEHALET
Üzülerek ifade etmeliyim ki, ülkemiz aydınlarının büyük çoğunluğu “din” konusunda tarif edilemeyecek kadar cahil görünüyor.
Özellikle din, mezhep ve tarikat nedir? Bunları bir birinden ayıran temel ilke veya bilgiler nelerdir? Mezhebi veya tarikatları olmayan din var mıdır? Sorularına ilahiyatçılar ve din adamlarının da doğru cevaplar veremediklerini sıkılarak ve utanarak kaydediyorum.
Din konusunda cehaletin bu kadar yaygın olduğu ülkemizde daha acı bir hakikat var: Sayısını takibedemediğimiz kadar; yüzlerce İmam-Hatip Lisesi, yüz civarında İlahiyat fakültesi ve resmi istatistiklere göre on bin Kuran Kursu ve doksan bin civarında da cami var.
Din nedir, mezhep nedir, tarikat nedir? “Bunların temel ve ortak değerleri” veya esasları ile “bir birinden ayıran ve tanıtıcı özellikleri” öğretemeyen bu kurumlar ne iş yapar, ne okutur veya neleri öğretirler?
Ülkemizin en büyük camilerinde Cuma ve bayramlarda “hutbe” okuyan “Hatip”lerle, bu kişiler ülkenin her yerinde okunması için “Hutbe yazan” insanların hutbe ile ilgili hükümleri bilmediklerini söylemek, yüreğimizin parçalanmasına sebep olduğunu söylemeliyim.
3 Mart 1924 günlü kanunla kurulmuş Olan Diyanet’in aynı tarihli kanuna göre görevi “İbadetler ve inanç esaslarına dair bütün hükümlerinin derlenmesi ve dini müesseseler (camiler, tekke, dergâh ve zaviyeler) in idaresi amacıyla kurulduğu biliniyor.
Fakat geçen zaman ve gelişen sosyo-kültürel sıkıntılar sebebiyle 1965 tarihinde çıkartılmış olan 633 sayılı kanununun birinci maddesine, “İslam Dini’nin inanç ve ibadetinin yanına “İslam ahlâkı” da eklenerek, madde aşağıdaki şekli almıştır:
“İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek; din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere… Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”
Yaklaşık 90 yıl sonra geldiğimiz nokta ise kısaca yukarıda izah edildiği gibidir.
Din, mezhep ve tarikat konusunda din eğitimi almış din görevlileri başta olmak üzere aydınlığımızın önemli bir kısmının din konusunda aydınlatılmamış olmasında, yukarıda sayılan kurumların, mensuplarının ve yöneticilerinin sorumluluklarını kim, ne zaman, nasıl sorgulayacak?
“ALEVİ” DENİLİNCE DÜNYADA NE ANLAŞILIYOR?
Bir tarafta ABD, diğer tarafta Sovyetler Birliği bulunan eski iki kutuplu dünyada, batılılar tarafından Sovyetlerin dağılacağının açıkça görülmeye başlandığı 1984 yılı tek kutuplu dünyanın planlama ve kuruluş çalışmalarının başladığı yıldır.
1984 öncesinde ülkemizle ilgili batılıların en önemli bölücü ve gelişmemizi önleme çalışmasını Türk Diplomatlarına karşı suikastlar oluşturuyordu. Bu yeni planlanan dünyada buna ihtiyaç kalmamıştı. Artık tek kutuplu dünyanın “Büyük Ortadoğu” projesiçiziliyordu. Ülkemizin terörle, şiddetle durdurulması, meşgul edilmesi; engellenmesi ve nihayet yeni çizilecek sınırlar döneminde de bölünüp parçalanması gerekiyordu.
PKK tam bu noktada 1984 yılına piyasaya sürüldü. Günümüzde vatanseverlerin yaşadığı “vatanın bölüneceği endişesi”ni haklı çıkaran da, planın yeni aşamasının uygulama sürecine girişilmiş olması…
Bunun için de batı’da Alevilik denince ne anlaşıldığından başlamak istedim:
Danimarka, Hollanda, Avusturya, İsveç Aleviliği kendine özgü bir inanç” olarak “din olarak” tanıdı.
Alevilikle ilgili çalışmalarda merkez işlevi görenAlmanya’nın Berlin, Baden Württemberg, Kuzey Ren Vesfalya, Bavyera, Hessen Eyaletleri ile İsviçre’nin Basel Kantonu “kendine özgü bir inanç” olarak “din olarak” tanıyor.
Adı sayılan yerlerde bulunan Alevi Federasyon veya Dernekleri de “Din Kurumu” statüsünde kabul ediliyor.
Batılı kafaya göre, Hz. İsa’nın birden çok dini vardır. Bizim mezhep dediklerimiz batıda, “İsa’nın dinleri” olarak algılanıyor.
Aleviliği de aynı mantıkla ayrı din kabul etmeye başladılar. Almanya ve Fransa, devlet olarak bu ayrı din kabul etme furyasına katılırsa, endişem odur ki,Türkiye de Aleviliği ayrı din olarak kabul edecek gibi görünüyor.
Üye olmak istediğimiz AB’nin bize bakışı açısından bunun önemli bir yeri olmalı değil mi?
İslam dünyasında ise Alevi kelimesi, Osmanlı arşiv belgelerinde olduğu gibi algılanıyor. İster İran, ister Arap ülkelerinde, “ben Aleviyim” derseniz, kimin soyundan geliyorsunuz, diye sorarlar.
Aleviyim, demek “ben Hz. Ali soyundan geliyorum; evlad-ı Ali’ye mensubum” demektir.
Bütün İslam dünyasında bu gelenekten gelenler, Merhum Hadis bilgini ”Prof. Dr. Muhammed Malik el Alevi el Haseni” gibi, isimlerinin sonuna, Hz. Hasan soyundan mı, Hz. Hüseyin soyundan mı geldiklerini belirtirler.
Ülkemizde de durum islam ülkeleriyle aydıydı.
Alevi kelimesi, ülkemizde “Köy Bektaşisi” veya “Kızılbaş” anlamında kullanılmaktadır. Şehirli geleneğine mensup olanlara “Bektaşi” denildiğini biliyoruz.
Hacı Bektaş Veli’nin “Makâlât” veya diğer eserleri ile Ahmet Yesevi’nin “Fakirname” ve “Divan-ı ikmet” eserleri ve Yesevi’nin Halifelerinin eserlerine; mesela Şeyh Hubyar’ın babası olan Süleyman Hakin Ata’nın “Kitab-ı Bakırgan”nına veya Bektaşi Baba, Dedebaba veya Dedelerin, Cumhuriyet’in kurulmasıyla, “Cumhuriyet geldi sırra gerek kalmadı” diyerek, harf inkılabı öncesinde, gazetelerde dizi yazılar ve kitaplar yazmış insanların yazılarına bakılsın, bu yolun bir “tasavvufi yol” olduğu görülür.
Cem ayini sırasında, “Mürşit Postu”nda oturan Dede’ye ne yaptığı sorulduğunda:
– Tarikat yürütüyorum, dedikleri duyulacaktır. Çünkü Dede, tarikatı yürütmekle görevlidir. Genel deyimle “şeyh”dir.
Tasavvufi yol demek Mevlevilik, Kadirilik, Rufailik ve Nakşilik gibi Alevilik dediğimiz yolun “tarikat” olduğu anlamına gelmiyor mu?
Bunu kaç din adamı biliyor? Daha açık ifade ile kaç din adamı ülkemizdeki Aleviler, Çingeneler, Abdallarla aynı mezhebin mensubu olduğumuzu söylediğimizde nasıl bir tepki veriyor?
İnanın büyük bir kısmı, “yaaa, hadi canım sen de, olur mu öyle şey” diyor; daha az olmakla birlikte, bir kısmı olguluk gösteriyor, “bilmiyordum” diyor.
Diyanet kurum olarak mı ne diyor?
Alevi Çalıştayları’nda mevcut Sayın Başkanın, “Alevilik konusunda sosyal, siyasal, ekonomik açılım olabilir; teolojik açılım olamaz” şeklinde kanaat belirttiği biliniyor.
Alevileri tahrik, aşağılama veya inkârda başka bir şey daha var:
Milletten üç yıla yakın bir süre periyodik olarak toplanan, yeni protokol camiine verilen isimdir.
Bunların tesadüfen yapıldığını zannetmek ise, fazlaca saflık olabilir.
“AHMET HAMDİ AKSEKİ” ADI YARDIM TOPLANARAK PROTOKOL CAMİİ OLARAK YAPILAN BİR CAMİYE VERİLMELİ MİYDİ?
Ahmet Hamdi Akseki Kimdir?
Ahmet Hamdi Akseki (1887- 09.01.1951)
1887’de Akseki’de doğdu. Akseki, 1915’te İstanbul’da Medresetü’l-Mütehassısin’in Kelam ve Hikmet şubesini bitirdi. Çeşitli medrese ve okullarda öğretmenlik yaptı. İstanbul Darulfünunu’nda Dersiâm (Profesörlük) yaptı.
1924’te Diyanet Heyet-i Müşavere Üyesi olarak çalışmaya başladı.1939 yılında Başkan Yardımcısı,1947 yılında Diyanet İşleri Başkanı oldu.
Hatay Müftüsü İsmail Hatip Erzen tarafından Arapçadan Türkçeye çevrilen ve 1948 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında (Yayın No:24) basılan “Bâtınilerin ve Karmatilerin İç Yüzü” adlı kitaba uzun bir önsöz yazdı.
Bu önsözde Batınî ve Karmati’lerle birlikte diğer “sapık düşünceli” olarak anlatılan guruplardan bahsetti:
“İbni Sebe’ ile başlayan ve İslâmlar arasında her devirde kanlı hâdiseler çıkarmış olan bu zındıkların mezheplerinin her memlekete göre bir adı vardır: En meşhur adı “Bâtıniye” dir.
Bugün de bunların bakiyeleri vardır. Bunlar en sahih hadisleri de kabul etmezler. Irak’da bunların adı Karamita ve Müzdekiyye’dir. Çünkü bunlar da tıpkı Sasanîler devrinde Müzdekin (Mazdek) ortaya attığı mal ve kadında herkesin ortak olduğunu, bunlarda temellük ve tasarruf olamayaeağmı da söylüyorlardı.
Şamda Nusayriye, Dürzi, Tayamine adını alır. Filistinde Behaiye; Hintte Behere ve İsmai- liye, Yemende Yamiyye, Kürdüstan’da Aleviyye (Alevi), Türkler arasında Bektaşi ve Kızılbaş, Acemistanda Babiyye diye anılırlar.”
Bu kitap 1950 seçimleri sonrasında TBMM’ne seçilmiş Alevi Milletvekilleri tarafından Meclis’e yaşındı. Alevi vatandaşların “mülhid” (kafir) olarak bahsedildiği gibi, nikahsız yaşadıkları, her kadına her erkeğin sahip olduğunu anlatan bu adam diye başlayan hakarete varan konuşmalara sebep oldu.
Akseki Hoca bu konuşmalar sonrasında üzüntüden hastalandı, Hükümet tarafından emekliye sevkedildi.
Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki 9 Ocak 1951’de Ankara’da vefat etti.
Hoca’nın adının protokol camiine verilmesinin gerekçesini açılış töreninde anlatan Diyanet İşleri Başkanı, “Hoca’nın Kocatepe Camii yapılmasına öncülük eden derneğin ilk kurucularından olması sebebiyle Ahmet Hamdi Akseki Camii adının verildiğini”, anlatmıştı.
Dernek kurucuları içinde gerçekten de Ahmet Hamdi Akseki adı vardır. Ayrıca Ankara Müftüsü ve Ankara Belediye Başkan yardımcısının da adları kurucular arasında bulunmaktadır. Bu üç şahsın adı da, inşaatın yapılmasında kolaylık ve yardım sağlarlar ümidi ile yazılmıştır. Hiç birisinin dernek faaliyetine her hangi bir katkısından söz edilemez.
Gazeteci Neşe Düzel’in Prof. Dr. İştar Gözaydın’la yaptığı röportajda, “Sayın Başbakan Mehmet Görmez’i niçin Başkan yaptı?” şeklindeki sorusuna Sayın Profesörün cevabı son derece açıktı:
“- Kürt oylarını almak için…”
Kutlu Doğum Haftası açılışında Kürtçe şiirler okuyan Sayın Başkan’ın çalışmalarını yakından izleyenlerin bildiği gibi, Başkan, “Kürtçe Vaaz ve özellikle de Kürtçe Hutbe okunması” için canla başla çalışmıştı.
Ahmet Hamdi Akseki adı da bu ideolojik faaliyetler arasında, “Kürdistan” kelimesini kullanan İlk Diyanet İşleri Başkanı” diye adı Diyanet’in yanındaki camiye adı verilmiş olmasın?
Alevilerin ahlaksız ve dinsiz sayılmaları da işin önemsiz bir bölümü sayılmış veya farkedilmemiş olabilir.
Devlet ve din kurumu, kendi mensupları arasında adalet ve eşitlik ilkesini her şartta uygulamalıdır.
Ehl-i kıble ve ehl-i Tevhid’in tekfir edilemeyeceği ilkesiyle bu kitapta söylenenler ne kadar uygundur. Kendi din kardeşlerini fasık ve mülhid gören bir zatın adı, milletin parasıyla yapılmış bir camiye hangi vicdan veya ölçülerle verilebilir?
Suriye devlet başkanı Esed Alevi ile başlayan söz ve ithamlarla başlayan tahrikler ve Alevileri karşı tarafta gösterme gayretleri kimin hangi işine yarayacak?
Bu tür tahrik ve teşvikler buları yapanlara geri dönecek, A. Hamdi Akseki’nin 62 yıl sonra yazdıklarıyla hatırlanması gibi, yıllar sonra da olsa bu yaptıklarıyla Millet vicdanında sorgulanacak ve mahkum olacaklardır.
(Not: Okumak isteyenler için bu kitap 2004 yılında Sebil Yayınları arasında yeniden neşredilmiştir.)