ÜÇ HİLÂLİN KAHRAMANLARI
Evlâd-ı Fatihandan Bir Yiğit Adam:
İLYAS ASLANTÜRK
Ahmet B.Karabacak
Atalarımızın Rumeli’ye geçişi, birçok tarihi kaynağa göre; 1353’te Bizans’a yardımdan dönen Süleyman Paşa, Bizanslıların Osmanlılara verdiği Gelibolu Yarımadası’ndaki Çimpe Kalesi’ne asker bıraktı. Böylece ilk defa Rumeli’ye geçilmiş oldu. Ancak Osmanlı’nın Rumeli’ye ilk geçişi 1353’te olmamıştır. Türk askerleri ve halk daha önce de birçok kere çeşitli sebeplerle Rumeli’ye geçmiş, faaliyet göstermişlerdir. İlkin1261’de Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keykavus’la geçmiş, Dobruca’ya yerleşmişler.1306’da 800 süvari ve 2 bin piyade Rumeli’ye geçerek Katalanlarla işbirliği yapmışlar. 1322’de 8 bin kişilik Osmanlı kuvveti Rumeli’ye geçmiş ve iç savaş halindeki Andrenikos’un yanında savaşmışlar. 1329’da Palekanon Savaşı’ndan sonra Orhan Bey’in kuvvetleri Meriç’in denize döküldüğü yerin batısına çıkmışlar ama başarılı olamamışlar. 1331’de 15 bin kişilik bir Osmanlı kuvveti Trakya’ya çıkmış. 1334’te gene çıkmışlar. Yani Osmanlılar 1353’ten önce de defalarca küçük ve büyük kuvvetlerle Rumeli’ye geçmişlerdir. 1353 Türk’lerin artık kesin olarak bu bölgeye yerleşmelerinin başladığı tarih olarak kabul edilebilir. Daha sonraları, Osmanlı, Balkanlar’da toprağını genişlettikçe, Anadolu Türklerinden akın akın aileleri bu bölgelere yerleştirmişler, Balkanları vatan yapmışlardır. Büyük savaşlar yapılmış, kahramanlıklar gösterilmiş, nüfus dengelenmiş, oralar imar edilmiş. Bu mücadele yüz yıllarca devam etmiş. Avrupa’nın haçlı orduları defalarca buralarda durdurulmuş, Viyana’ya giden yollar buradan açılmış…
Altı yüz küsur yıllık Rumeli’ye geçiş, beş yüz elli yıllık oraları vatan toprağı yapma mücadelesi elbette pek çok sıkıntıları da beraber getirecekti; öyle de oldu. Ama atalarımız bu sıkıntılara yıllarca göğüs gerdi. Ne haçlı orduları, ne kuzeydeki Rus baskısı yıllarca oralarda varlığımızı devam ettirmemize mani olabildi…
Sonra devran döndü. Sebepleri bu yazının konusu değil. Ama Avrupa’daki topraklarımızı bıraka bıraka, fakat büyük mücadeleler vererek, kahramanlıklar göstererek 1900’lere geldik. Küçülmemiz, toprak kaybetmemiz artık durur diyorduk. Fakat ne oldu? Yüz yıllarca vatan toprağı kabul ettiğimiz, yüz binlerce şehit verdiğimiz Balkan’lardan da bizi sürüp çıkarmak isteyen düşman, iç düşmanlarla beraber, bütün kuvvetleriyle üzerimize saldırdı. Gene direnelim, gene kahramanlıklar gösterelim, vatanımızı bırakmayalım diye mücadele edeceğimizi düşünürken 19 günde, evet sadece 19 günde düşman İstanbul kapılarına dayandı. Ordumuzun sayısı yeterliydi. Silâhlarımız düşmanla dengeliydi. Asker cesurdu. Ama evet 19 günde Rumeli’yi, 600 yıllık vatan toprağının büyük bir kısmı kaybettik. Kalan kısım, dünya dengesinin bir neticesi olarak bize bırakıldı. Ordunun, askerin kabahati var mı idi? Balkanları 19 günde kaybettiğimiz 1912 yılından üç yıl sonra,1915’de dünyanın en büyük ordularını Çanakkale’de durduran, destanlar yazan, neticesi itibariyle bize yeni bir devlet kurma cesareti veren askerin, ordumuzun elbette bir kabahati yoktu. Askere güvenmeyen, ordusunu aşağılayan devşirmeler yönetimi ve Türklüğü ile övünç duyduğunu söylediği için saygı duyduğumuz Sultan Abdülhamit’in savaşı İstanbul’dan saraydan idare etme basiretsizliği, komutanlara güvenmemesi sebebiyle kaybettik vatan topraklarını… Tarihimiz bu döneme “ Balkan Faciası” adını yakıştırdı…
* * *
İlyas Aslantürk işte bu Balkan Faciasını yaşayan, Bulgaristan’dan göçen bir ailenin çocuğudur. Onu Ankara’da, parti genel merkezinde tanıdım. Galiba Kemal Zeybek’in ilk gençlik kolları başkanı olduğu dönemde, 1966’lı yıllarda o da yönetim kurulunda idi. Edebiyat fakültesinde okuyor, öğretmen olma mücadelesi veriyordu. Evet, bir mücadele içinde idi. Bu hem ideolojik, hem de ekonomik bir mücadele idi. Okulunu bölücü komünistler zaman zaman işgal ediyorlar, ülkücüleri sınıflarına sokmamağa çalışıyorlardı. İlyas, her türlü tehdide rağmen hiç aksatmadan okuluna gidiyor, orada gereken mücadeleyi veriyordu. Onun bir de ekonomik sıkıntısı vardı: Geyve’ye yerleştirilmiş ailesine, çobanlık yapan babası bakmağa çalışıyordu. İlyas’ın küçüğü Ahmet askeri okula girerek devletin himayesine girmişti. Fakat İlyas burs da alamamış, bir yurda da girememişti. Bana Ankara’lı arkadaşlar anlattı: Geceleri, akşama kadar üzerinde insanların gezindiği, Ülkü Ocağı’nın bir odasına serili eski halının içine girerek uyurmuş. İlyas bu sıkıntıları hiç kimseye anlatmadı. Okulunu zamanında bitirdi ve öğretmen oldu…
İnsan ne kadar idealist olursa olsun, hayatın zorlukları onları ideallerini yaşamaktan az-çok engeller. Bazısı sadece ailesini, kendi şahsi istikbalini düşünür. Bazısı ise hayat ne kadar zor olsa da, onun idealleri hayatıdır. Zaten başka türlü yaşayamaz. İlyas bu ikinci gurubun örnek bir temsilcisi idi. Geyve’ye öğretmen olarak tayin edildikten sonra, hareketten hiç kopmadı. Onu bazen konferanslarda, bazen yetiştirdiği öğrencilerin başında Söğüt ihtifallerinde görürdük. İstanbul’a yolu düşerse bize gelir, geceleri bizde yatardı. Yatma kelimesini usulen söylüyorum; sabaha kadar sohbet eder, daha çok onun çalışmalarını dinlerdik. Zannediyorum 70’li yıllarda bir mahalli seçimde Geyve’de belediye başkanlığını kazandığımızı öğrendim. Sonra anlatıyor; Geyve’li milliyetçilere öncü olmak, onlara cesaret vermek için gönüldaşı ve idealist arkadaşımız Şevki beyle sokak sokak, ev ev dolaşmışlar. Büyük bir farkla belediye seçimlerini kazanmışlar.
Bir gün telefon etti, evleneceğini, düğününe bizimde katılmamızı istedi. Kıymetli edebiyat adamı Yar. Doç. Sakin Öner, Şimdi bir başka kulvarda olan, İlyas’ın Ankara’dan arkadaşı olan Yılmaz Yalçıner ve şimdi isimlerini pek hatırlayamayacağın bazı arkadaşlarla gittik Geyve’ye. İlyas için Geyve’liler bir elma bahçesinde, bir masanın üzerine koydukları teypten Geyve Zeybeği oyun havasını çalıyorlar, zeybek oynuyorlardı. Genç ve sakallı biri daha vardı oynayanlar arasında. Geyve’nin önemli bir ilim adamı imiş. “Bu hacı ağabey, dediler, bırakın oynamayı düğünlere bile çok seyrek gider. Ama o İlyas için ilk defa meydana çıktı.”
İlyas, mesleğinde çok başarılı idi. Onu bir süre sonra Sakarya ili Millî Eğitim Müdürü olarak gördük. Bizim toplantılarımıza artık o bölgeden daha çok genç gelmeğe başladı. Her genç İlyas’ın öğrencisi olduğunu söylemekten büyük bir zevk alıyordu. Onun başarısını gören Türkeş, 1973 seçimlerinde milletvekili adayı olmasını istemiş. İlyas kazanamayacağını bildiği halde, hiç tereddüt etmeden istifa etmiş ve aday oldu. Ben de o sırada Kastamonu adayı idim. Eşi ile beraber İstanbul’a geldi, kazanamayacağını, halkın henüz hazır olmadığını söyledi. Bana başarı dilemeğe gelmiş. Eşi ile beraber bizde kaldılar o gece. “Kazanmak şart değil, reyimizi artıralım, millete mesajımızı verelim” diye epeyce konuştuk. O seçimde, seçimlere bir ay falan kala, bana diğer partililer birleşerek bir komplo kurdular. Bürokrasi ile de anlaşarak cezaevine soktular. İlyas, bunu duyunca hemen Şevki beyle beraber Ankara’ya gitmiş. Türkeş beye, kendisinin kazanma ihtimalinin olmadığını, Kastamonu’ya gidip orada çalışmak istediğini söylemiş. Türkeş buna izin vermemiş. İstanbul’da bize geldiği zaman bunu geniş bir şekilde anlatmıştı bana. Seçimden sonra gene mesleğine döndü. Gene aynı mücadelelerini vermeğe başladı. Defalarca şikâyet edildi, teftişler geçirdi. Emekli olur, harekete daha çok hizmet etmek isterdi hep. Bir gün telefon etti, evde olup olmadığımı sordu. Üç oğlundan küçüğü Kürşat ile geldi. Yakınımızda olan Cerrahpaşa hastanesinde tedavi oluyormuş. Artık her ay kontrol için geleceğim diyordu. Her gelişte bize gelir, saatlerce konuşurduk. Onu dinlemek bana müthiş bir zevk verir, eskileri hatırlatır, konuşmanın uzamasını sağlamağa çalışırdım. Bir ara hastaneye yatırdılar. Orada gene sohbete gider, moral vermeğe çalışırdım. Birkaç defa yattı hastanede. Bir gün, Kürşat telefon etti; babasının hastanede yattığını, beni görmek istediğini söyledi. Hemen eşim ile beraber hastaneye gittik. Hiç hasta görünmüyordu. Yatağın ortasına bağdaş kurmuş, o güzel tebessümü ile bizi bekliyordu. Uzun uzun sohbet ettik. Helâlleşmek istediğini söyledi. “Dur bakalım İlyas, daha çok işimiz var bu dünyada” dedim. Sessizce güldü. Dışarıda Kürşat’la konuştum. Doktorlar umut vermemişler…
Kısa bir süre sonra Kürşat, İlyas’ın vefat haberini verdi. Özel hayatıyla da bir îmân adamı olan İlyas ideal bir Türk milliyetçisi idi. Benim gönlümde onun boşluğu hiç doldurulmadı. Her hareketiyle, her konuşmasıyla, çalışmalarıyla gerçek bir kahramandı. Sevgili İlyas, mekânın cennet olsun…
……………………………………………………………………………………………………………
İmza kampanyasına ben de imzamı atıyorum. A.B.K.
http://www.turklukicinimzala.org/
…………………………………………………………..………………………………………