“Vatan sevgisiyle ölçülür Dinin
Ne Corc’undur vatan, ne de Artinin”
Abdülkadir SEZGİN
1976 – 1977 tarihleri arasında yayınlanan “Ülkücü Kadro Dergisi”nde, “Türk Halk şiirinde İçtimai Meseleler” başlığı altında yazılar yazmış,. hayata ve olaylara tamamen Türk Halk Şiiri/ âşık edebiyatı penceresinden bakarak sosyal olayları, toplumun yapısını, gelecek beklentilerini yansıtmaya çalışmıştım.
Yaklaşık 40 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra geldiğimiz noktayı, ulaştığımız sosyal, siyasal ve kültürel değişmeyi ve gelecek umutlarımızı değerlendirmeyi anlatan bir yazı yazmak üzere bilgisayarın başına geçince, garip bir şekilde Ülkücü Kadro Dergisi’ndeki son yazımı hatırladım.
Ve üzülerek ifade etmeliyim ki, sosyal, kültürel ve siyasal olaylarda çok ciddi bir gelişme olmamış. Teknik gelişmeler hariç, içinde yaşadığımız tereddütler, zihin problemleri, fikri ve ideolojik çatışmalar, fikri bunalımlar, ideolojik hesaplar, emperyalist uygulamalar ve Türk Milletini – iki derede bir arada – yaşadığı tehditler hep aynı yerde duruyor.
Değişen en önemli gelişme Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türk Dünyasının –sanal da olsa– bağımsızlığa kavuşması gibi görünüyor.
Çift kutuplu dünya aceba daha mı dengeliydi?
Dünyanın tek kutuplu olmasının; küresel gücü, çılgın “vahşi kapitalizm”in eline vermenin insanlık ölçüleriyle ne kadar ilgisiz olduğunu şimdi daha iyi görüyoruz.
Eskiden “milliyetçi-mukaddesatçı” olarak birlikte anılan din, tarih, kültür, vatan anlayışı aynı sayılan insanların ayrıldıkları; Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi yeniden “Türkçüler, İslamcılar, Osmanlıcılar” gibi bizi tam orta yerimizden ayıranlar öyle bir yere getirdiler ki, Milletin önemli bir kısmı devletimizin bölünüp parçalanacağı gibi bir tehdit algılaması ve endişesini ciddi olarak yaşıyor.
Eski deyimle “İttihad-ı İslam” (İslam Birliği)ı istediklerini söyleyen “Muhafazakar- demokrat olduklarını söyleyenler, Filistin’den Afrika’ya sevgi ve birlik çağrısı yaparken Türk Vatanı, Türk Milleti ve Türk Devletini tasfiye için mi uğraşıyorlar, sorusuna muhatap durumdalar.
Benimle aynı Kur’an’ı birlikte okumuş, aynı secdeye kırk yıl baş koymuş; “Milliyetçi – Mukaddesatçı” nesil; Ustad Necip Fazıl’ın kaleme aldığı Sultan Abdulhamid’i temsil ederken beni “kahraman gibi” karşılayıp alkışlayanlar; “örnek model” ve “ağabey” diyenler şimdilerde ya “O Türk” veya “Milliyetçi” diyorlar. Bu onların milliyetsiz olduğu anlamına da gelmiyor. Azınlık ırkçısı olduklarını ifade ediyor, deniyor.
Eskiden, “arkadaşını söyle kim olduğunu söyleyeyim” diye bir söz vardı. Bu ölçüyle bakarsanız, bunu diyenlerin “Corc, Hans, Gregoryan” gibi küresel vahşi kapitalizmin egemenleri ile beraber olduklarını görüyoruz.
Hani hep birlikte okuduklarımız, birlikte baş koyduğumuz secdeler diyemeyiz. Onlar İslam tarihinin sayfalarında pek çok örneğe benzeyerek, ezan okununca namaz kılan, Ezan okunurken “Muhammedü’n Rasulullah” diyerek hatırladıkları “Allahın Son Peygamberi”nin neslini kurutmak isteyen örneklere mi benziyor, dersiniz?
– Haşa! Haşa!
Böyle bir benzetmeyi asla düşünmem, düşünülmesine de rızam yoktur.
Geldiğimiz nokta, milletin kırk yıllık gayreti, çalışması, emeği, yetişmiş bunca insanın hakkı; alınteri ve dualarımızla ulaştığımız “nur havuzumuz” dikkate alındığında geldiğimiz yer burası mı olmalıydı?
Ustad Necip Fazıl ne diyordu?
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum..”
“Sağcı, solcu, ilerici, gerici, Milliyetçi, Mukaddesatçı, İslamcı(?), elmacı, armutçu” gibi insanımızı katagorilere ayırarak, içimize düşmanlık sokanlar ve 40 yıl bu milleti çocuk yerine koyup, her gün yenilenen parlak uçurtma yalanlarla, avutanlar; yakaladıkları teröristlerden aldıkları uyuşturucularla Millet’i uyutanlar bir gün ölmeyecekler mi?
“Hak Divanı” da denilen “Ulu Divan”da, hesaba çekilmeyecekler mi?
Oraya inananlar bunları yapar mı, diye bir soru ile cevap verildiğini duyar gibi oluyorum.
Tamı tamına 36 yıl önce Ülkücü Kadro Dergisindeki yazımın ilk bölümü de tam burada, sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Taşıyla, toprağıyla, kanımızla renk kattığımız bayrağıyla bizim olan bu vatanı, bizim yapan değerlere “Milli değer” denilmektedir ki, bunları anlatan, öğreten, yayan ve yaşatan, bizim bu değerlere bağlı ve bu değerlerle dolu olmamızı sağlayan şey de – yaygın ve örgün diye ayırmaksızın – eğitim ve öğretimdir.
Ne yazıktır ki, başlarında, “Milli”, “Türk” gibi tahsis ifade eden kelimelerde bulunmasına rağmen eğitim, kültür, tarih, folklor… gibi konularla ilgilenen kurumlarımız, sanki bir yabancı milletin bu değerlerini inceliyorlarmış gibi, derinliğine bir heyecan, hatta bir merak bile duymaksızın, “öyle de olsa olur” gibi bir anlayışla hareket etmekte; ilmilik açısından da Türk olmadıkları halde, Türk kültür ve medeniyetine hayran “yabancı” Türkologları en azından beş on sene geriden takibetmektedirler.
Aslında bir Türk köyünü ancak Kültür Bakanı olduktan sonra görmüş kişilerin bakanlık yaptığı bir ülkede de bundan fazlasını beklemenin doğru olmadığını da bilmiyor değiliz.
Fakat biz, Dadaloğlu’nun torunu Âşık Kul Mustafa’nın:
“Anandan kıymetli, canından tatlı
Türk çocuğu vatan senin vatanın
Vatan sevgisiyle ölçülür dinin
Ne Corc’undur vatan, ne de Artin’in
Türk Çocuğu, vatan senin vatanın!”
Diye anlattığı gibi, bizim olan bu vatanda, bizim örf, âdet, gelenek ve kültürel değerlerimizin üstünün küllenmesi gayretleri yerine, yeniden ve bütün canlılığı ile yaşanılıp, yaşatılmasına gayret edecek, bir taraftan da Corc’un, Artin’in, Abraham’ın, Yuhan ve Karabit’in iktisadi hayatımızı sona erdirme gayretlerine son verilmesi için gereken ikazları yapmaya devam edeceğiz.
Ortaasya’dan itibaren milletimizin derdinin ortağı ve sevincinin çağlayan ırmağı olan Halk Şairleri’mizin; âşıklarımızın ve âşık geleneğimizin kaybolması gayretlerine karşı, bu geleneğin bütün canlılığı ile yaşatılması gereğine inanıyoruz. Milli kültür ve geleneklerimizin kaybolması gayretlerine karşı, bu geleneğin yeniden ve bütün canlılığı ile yaşatılmasının, milli kültür ve geleneklerimizin, milli duygu ve değerlerimizin devamı bakımından şart görüyor, devletin bu konuya eğilmesini sağlayıncaya kadar ikaza, ondan sonra da elimizden geldiğince de yardıma çalışacağız. Ancak bu tür çalışmaların ticari veya siyasi istismar konusu edilmesinin – hangi niyetle ve kim için yapılırsa yapılsın – faydalı değil, zararlı olacağı kanaaatındayız.
Nitekim bu güne kadar yapılmış çeşitli gösteri, temsil, festival gibi çalışmaların, âşıkları para ile saz çalan ve düğünlerde para ile sahne alan sanatçı seviyesine düşürdüğünü, hatta bazı müsabakalarda neticenin önceden bilindiğini ve bunun ise, aşk ve sevgiye dayanan bu geleneğin ve nefret duygusu ile köreltildiğine de şahit olmuşuzdur.
Ancak bu şahadetimiz Konya’da cereyan eden Türkiye Aşıklar Bayramı’nı –yakından görüp izleme fırsatı bulamadığımızdan –içine almamaktadır. Fakat bayramın organizesini yapan ve bu işi tutundurmuş bulunan Feyzi Halıcı’nın bu hizmetini takdirle anmış olmakla birlikte, artık bir ateş olarak tarif edilebilecek aşk, kendi ifadesiyle:
“Aşk gözümde tüten deniz
Ne çare ki buz tutmuştur”
Demek suretiyle aşktan, meşkten soğuduğunu anlatan, aşkı buz tutmuş bir zâtın elinden âşıkların kurtarılması ve “devlet baba”nın sıcak elleri himayesi altına alınması lazım geldiği kanaatindeyiz.
Bu arada, aşkın ne olduğunu, yahut nasıl anlaşılabileceğini anlatmayı ve bazı isteklerimizi arzedeceğiz.
Aşk, tarifle anlaşılamayan, açıklandı denildikçe gizlendiği ortaya çıkan ve Erzurumlu Emrah’ın ifadesiyle:
“Çekmeyen ne bilir aşkı, sevdayı”
Remzinde düğümlenen bir esrar-ı Hüda’dır.
Şu izah konuya açıklık getirebilir. İstanbul’un en kalabalık caddesi; Beyoğlu – İstiklal Caddesi’nde, en kalabalık saatte yürürken, gözün gerebileceği en uzak noktada, sevgilisini gördükten sonra caddede –cadde dahil– ecsam ve eşhas görmeyen kişi, sevgilisine âşıktır, denilir.
Bu dünyaya ait aşkı anlatan bu misal Hal ve hakikat aşkına da tatbik edilebilir.
Mevlana’ya, “Şemsi gördüm” diyen kişinin yalan söylediğini hatırlatan insanlara.
– Biliyorum, söylediği gerçek olsa, canımı verirdim, demesi de buna en güzel misallerden biridir.
İşte “Hak âşığı” denilen kişi de Hakk’a gönül verdikten sonra, Hakk’ın dışında olanları da görür, onlara da bağlanmak, yaranmak, dayanmak, güvenmek temayüller gösterirse, “Hak Âşığı” olmaktan çıkmış olur.
“Âdemde Huda’nın lutfu, nazarı
Sarrafına gösteririz pazarı.
Aşkın tezgâhında sevda hızarı
Hicran hançeriyle biçenlerdeniz”
Diyen 1969 yılında Hakk’a yürüyen Bayburtlu Hicrani Baba, Adanalı Kul Mustafa, Abdulvahap Kocaman, Aşık İmami, Ferrahi, Tokatlı Selmani, Erzincanlı Davut Sulari, Sivaslı Aşık Veysel ve Sefil Selimi, K.Maraşlı Hüdai, Erzurumlu Reyhani, Karslı Çobanoğlu ile yaşayan âşıklardan Karslı Şeref Taşlıova, Kadirlili Feymani’yi Hak aşıkları olarak selamlıyorum. Hakk’a yürümüş olanları rahmetle anıyorum.
(Konya’da ciddi bir kültür turizmine sebep olan Türkiye Aşıklar Bayramını kim niçin, hangi akla hizmet için kaldırdı?
Kültür turizmi açısından da Konya’ya ve Türk kültürüne ciddi katkıları olan bu faaliyeti yeniden başlatması için Kültür ve Turizm Bakanlığını harekete geçmeye davet ediyoruz).
Aşıklığı da anlatan, dostum, arkadaşım Türkiye Aşıklar Cemiyeti’ni birlikte kurduğumuz Aşık Hüdai’nin bir şiirini de sizlerle paylaşmak istiyorum:
ANLAMAZ Kİ
Âşık olmak bir âlemdir,
Tatmayanlar anlamaz ki.
Her sözü bir mücevherdir,
Tartmayanlar anlamak ki.
Kim ki Haktan olsa cüda,
İbadetten almaz gıda,
Bu yolda başını feda,
Etmeyenler anlamaz ki.
Sil gönlünün kem pasını,
Gütme benlik davasını,
Daim hasretlik yasını,
Tutmayanlar anlamaz ki.
Hüdai’yim kalksın perde,
Aşk ateşi yanar serde,
Eyyüp gibi dertten derde,
Batmayanlar anlamaz ki…