ÖYLE BİR DÜZEN KURMUŞ Kİ
Babür Hüseyin ÖZBEK
Kürsüde sürekli bağırıyor. Elinde kitapçık mı, bülten mi, ne olduğu belli değil; birtakım kağıt tomarları var. Bu muhterem kişi Başbakan Erdoğan. Büyük bir kapalı salon, dinleyenlerin hepsi AKP üyeleri. Haftalık konuşmasını yapıyor. Konuşmacı ne derse desin, doğru mu yanlış mı onu sorgulamaya, okumaya, öğrenmeye ihtiyaç hissetmiyorlar. Liderleri, partilerinin başkanı, Başbakan söylüyor ya, hepsi doğrudur! O yanlış yapmaz ve de her şeyi bilir. Ama nereye kadar?
Balıkesir konuşmanız arızalanan ve irtifa kaybeden bir uçaktaki durumu çağrıştırıyor. Ruh haliniz pek sağlıklı görünmüyor. Sürekli hücum varsa başarısızlık var demektir. İşini yapan gazeteciye, “…batsın senin gazeteciliğin.” diyorsunuz; halkı azarlıyor, ama Kandil’e göz kırpıyorsunuz; sual soran gaziyi tersliyorsunuz. İyi de, bu böyle nereye kadar gider sayın Başbakan?
Bir an gelir öyle bir yanlış yapar, ağzınızdan çıkan kelimelerle öyle bir cümle kurarsınız ki deme gitsin! Geçmişte yaptığınız konuşmalar, geleceğiniz, her şey zora girer. “Keşke söylemeseydim” dediğiniz zamanlar olur. Tarih: 17 Şubat 2013. Mardin- Midyat –Köşk Meydanı’nda düzenlenen toplu açılış konuşmasında, muhafazakâr bir partinin ve T.C.Başbakanı olarak söylediği şu cümleden bahsediyorum: “Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına almış bir iktidarız.” diyorsunuz. Belli ki istemeden yanlışlıkla sürçü lisan ettiniz, şimdi rahatsızsınız. Her fırsatta o berbat cümleyi tekrar edip hatanızı düzeltmek için açıklamalar yapma ihtiyacını duyuyorsunuz. Geçmişinizi de geleceğinizi de, ister iktidarda olun ister muhalefette, ‘ bu cümle’ yaşadığınız sürece sizi takip edecek, rahatsız edecek. Ama sizi savunanlarda olacak tabii.
İktidara yakın bir kalem olan Taha Akyol, ‘Milliyetçilik’ başlıklı makalesinde: “ Vatan severlik anlamındaki milliyetçiliği reddettiğini söylemek siyasi istismardır.” diyor. Sayın Akyol sizde biliyor ve okuyup görüyorsunuz; o cümlenin ayrıca izaha ihtiyacı yok. Ne demek istediği apaçık ortada. Tabii savunun ama burada ‘ istismar’ kelimesi yerinde değil. Taha Bey Cumhurbaşkanı ile 27 Şubat 2013’te CNN’de yaptığınız söyleşide de can alıcı, doyurucu soru sormadınız. Karşı taraf yapmacık, sahte gülüşlerle kaplı bir camekanın ardında ucu açık, anlaşılması güç, önceden hazırlanmış cümlelerle adeta her soruyu geçiştirdi. Neyse siz başarılısınız, kendisine zor ulaşılan ünlü bir gazetecisiniz; ben onu bilir onu söylerim sayın Akyol. Gene Başbakan’a dönelim.
Sürekli geziyor, hep hareket halinde. Takip etmek güç. Bir gün bakıyorsunuz Birleşik Arap Emirlikleri’nde ‘bölge politikası’ hakkında konuşuyor; ertesi gün partisinin grup toplantısında yağıp gürlüyor, sonra televizyon ve gazete haberlerinden Viyana’ya gittiğini öğreniyor Türk toplumu. Nerede ne konuşuyor, neler söylüyor; hazırlıklı mı, konuya hakim mi, belli değil.
Zamanı yok. Danışmanları ile kısa toplantılar yapıyor, hap bilgiler veriliyor, o da bu bilgilerin üzerinde oluşturduğu kurgulamalarla konuştukça konuşuyor. Ve adeta o coştuğu anlarda hızını alamazsa muhalif parti liderleri Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’ye de terslenmeden aba altından sopa göstermeden yapamıyor. Her üç dört konuşmasından birinde Arap toplumlarına mesajlar veriyor. O gün hiç bir şey bulamazsa Beşar Esad’a giydiriyor, ona alabanda atıyor.
Okumaya öğrenmeye, sanata, lisana, edebiyata ayıracak zamanı yok. Zira çok şeyi ve hatta her şeyi bildiğini düşünüyor, öylede konuşuyor. Kindar, kendisine karşı ne zaman ve nerede tepki gösterilirse gösterilsin sanki var olduğu, yaşadığı müddetçe suçlu gördüğü o kişilerden öç alırcasına bir şekilde cezalandırılmalarını sağlıyor.
Makam sahibi olmak, başbakan, cumhurbaşkanı ve genel kurmay başkanı olmak demek ‘büyük olmak’ demek değildir. Orada oturmak bazen sadece makam sahibi olmaktır. Saygın, güvenilir, kalıcı olmak bulunduğun yeri doldurmak, hak ve adaleti gücü ve yetkisine göre kullanmak başka bir şeydir.
Bizde, bu ülkede siyasiler bazen “öyle bir düzen kuruyorlar ki” deme gitsin! Hem reyleri artıyor, hem de kendileri, sülalesi, çoru- çocuğu deryalarda yüzen ‘gemicikleri ile’ ömür boyu ekonomik olarak garanti altında oluyor.
Sonra sıra ahiretlerini kurtarmaya geliyor. Cennette nasıl yer alacaklarını bildiklerinden eline mikrofonu alan biz kullarına, din, iman, Kuran dersleri veriyorlar. Konuşmalar Arapça kelimelerle süsleniyor. İçine, kutsal kitabımızdan etkileyici surelerden alıntılar serpiştirilip inandırıcılık payı arttırılıyor. Toplumumuz az okuyor, az inceliyor. Birde o şahsın konuşmasını beğenirse ki bu beğenmede çağdaşlık, ilim yok, kurgu var, psikolojik aldatma var; artık o kişilerin saflarında, bazen de güdümünde yerini alıyorlar.
16 ŞUBATLARDA GÜNEY DOĞU ANADOLU KENTLERİ
Şubat 2013 sancılı başladı sancılı bitti. Türkiye’nin gündeminde çekilen o nutuklarda, ülkeyi bölmeye kararlı 35 bin fakir fukara Anadolu evladı gencin kan izlerini ellerinde taşıyan kişi var. Nasıl, ne şekilde affedilir, onun araştırması ve bu konuda kamu oyu oluşturma çalışmaları devam ediyor. Yoksa 3 BDP’li vekil İmralı’da devlet müsaadesi ile görüşüyor, üç mektupla şartlar öne sürüyor. Ankara’da benim vergilerimden aldığı maaşla vekillik yapan zatlar kurye olarak Kandil’e gidiyor. AKP’ye rey veren halkım, bil ki burada seninde emeğin çalınıyor.Başbakan’da partisine göz kırpıyor, ‘ sessiz olun’ diyor, karşıya kapıları açıyor, sözde tavizsiz çözüm yolları arıyor. “Öyle bir düzen kurmuş ki” nasıl, neresinden tutsan elinde kalıyor.
13 senedir 16 Şubatta Güney Doğu Anadolu kentleri Diyarbakır, Hakkari, Şırnak, Van ve Şemdinli harmanlanır, sokaklarında bir boğuşma yaşanır; asker ve polise saldırılır. Benzeri düşük yoğunluklu olaylar yurt dışında mesela, Paris’te sözde Türk Bölgesi de denilen “3 Kürt kadın militanın infazı”n olduğu yere yakın Strasbourg Saint Denis’te de yaşanır. Şimdi biraz gerilere gidelim.
Tarihler 15 Şubat 1999 saat 19 30. Yer Kenya, Nairobi – Entebbe uluslar arası havaalanı. Yunan elçiliğinden gelen özel araç aprona girdi. Türk bordo bereliler dikkatli, hareketli. Katil Hollanda’ya gideceğini zannediyordu. Türk timi teslim adı. Uçak kalktı. Rota kuzey; Mısır ve Akdeniz üzerinden Türkiye. Aynı uçak 16 Şubat 1999 saat 03 30’da Atatürk Havaalanı’na indi. Türkiye ayakta, heyecan dorukta. Başbakan Ecevit lacivert beyaz puantiyeli kravatı, siyah saplı beyaz çerçeveli gözlüğü, seyreltik boyalı bıyıkları ile mikrofonların başında söze başlıyor ve şöyle devam ediyor: “Allah milletimizi ve bütün insanlığı terörden ve savaştan korusun…”
Aradan pek öyle uzun yıllar geçmedi; o günleri yaşayan herkesin hafızasında, sanki dün gibi. Şu cümle buraya uyar mı bilmiyorum ama adeta ‘eski çamlar bardak oldu.’ Şimdi her şey ters yüz. Sanki mevsimler değişti. Bu kadar kin, bu kadar hoş görüsüzlük bir devletin en üst düzeyine kadar ulaşmış kişilere yakışır mı? Makamlar geçici, ama o makamda otururken iz bırakanların sayıları da öyle fazla değil.
HAPİSTE BİR KAHRAMAN VE BUGÜNKÜ ADALET
Nairobi – Entebbe havaalanından o gün kalkan uçaktaki bordo mavililerin başındaki o dirayetli, bilgili komutan, gerçek kahraman Engin Alan şimdi hapiste. Yıllarını zindanlarda geçirecek. Ama siz bir defa bile o kahramana değinmeyecek, mahkemeler ve onların kararları diyeceksiniz. Allah aşkına böyle adalet, böyle mahkeme, böyle karar olur mu?
Bir tarafta bölmek isteyen, öldüren, katleden için kurtarma operasyonları, ziyaretler, içinde değişik pazarlıklardan oluşan, anayasa ve ana dil içerikli paketler var. Diğer tarafta onurlu bir kahraman; sessiz, duygu yüklü. Anavatanında başlar üstünde değil, karanlık zindanlarda.
Elinde kitapçıkla, yüksek ses tonuyla; asan, kesen bir diktatör edasıyla siz sayın Başbakan adaletten ve de sık sık İslamiyet’ten bahsediyorsunuz. Uygulama ile teoriniz kesişmiyor, inandırıcı değilsiniz. Konuşmalarınızda bir yaşam, bir ahlâk çizginizin olduğunu üstüne basa basa söylüyorsunuz. Güzelde, tutarlı mısınız?
Engin Alan bir zamanlar Çanakkale’de ayağa kalkmadı. Farz edelim ki hatalı; sürekli kartopu gibi büyüterek o kahramanın hayatını karartacak hatalar bulup; “ ben ezerim, ben bana yan bakanı bitiririm” havasına girmek, büyük olduğunu iddia eden adamlara, hele devlet adamlarına hiç yakışmaz. Zaten yakışmıyor da. “Öyle bir düzen kurmuşsunuz ki” değirmen gibi iyi kötü, doğru yanlış, haklı haksız demeden öğütüyor. Onu iyi kullanılan, “din sosu” içerikli harçlardan oluşan nutuklarla idare edemediğiniz gün, sizin tekneniz “alabora” olacak. Bari ülke bu sert dalgalar geldiğinde bocalamasa, baştankara olmasa.
Not – 25 Şubat 2013 tarihli, “İmralı’da, Apo’nun Dümen Suyunda” başlıklı yazının ‘Kaptan Oktay Hoca Silivri’de’ bölümü ile ilgili sorular var. 1980’lerde Körfez Savaşı’ ında, Basra Körfezi’ nde, Harg Adası’ndan dev tankerlerle İPRAŞ ve ALİAĞA’ya ham petrol çeken ( Büyük Hun ve Büyük Selçuk değil – 150 bin tonluk Büyük Timur ve 240 bin tonluk Zafer) gemilerinde süvarilik yaptığı doğrudur. 18 Şubat 2013’te Silivri duruşmalarına dinleyici olarak giremeden polis barikatı önünde düştüğü de doğrudur.