DEVLET-HÜKÜMET VE DEMOKRASİ OYUNU -2-
Safter Tanık
Aristokratik Monarşi
Monarşiden kasıt, kral-imparator-şah-padişah-prens-emir-kağan-hakan vb. adlarla anılan hükümdarın, devleti tek başına yönetmesi değildir. Son ve kesin sözün O’na ait olmasıdır.
Zamanla kral ya da imparatorlar, devlet yönetiminde ortaya çıkan zorluklar nedeniyle yetkilerini soylular ile paylaşmak zorunda kalmış. Avrupa’da bu daha ziyade feodalizmden monarşizme geçerken olmuş. Bunun için Avrupa’daki krallık ya da imparatorlukların, daha çok aristokratik monarşik bir yönetime sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Anadolu Selçuklu Devleti ve Aristokrasi
Gerek Büyük Selçuklu Devleti, gerekse Anadolu Selçuklu Devleti mutlak monarşi ile yönetilmiş ise de devlet yönetiminde medeni cesaret ve inisiyatife sahip, cesur-güçlü Türk ailelerinin önemli bir yeri var.
Devletin geleceği tehlikeye düştüğünde, bu ailelerin bir müdahalesi görülüyor. Bu da mutlak monarşik yönetime, aristokratik bir özellik kazandırıyor.
Beylerin müdahalesi devletin devamlılığını sağlarken, çoklukla devletin parçalanmasına neden olmuş. Osmanlı’da böyle bir ortamda doğmuş. Bu bakımdan “Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir devamıdır” dersek yanlış olmaz.
Osmanlı’da Aristokratik Monarşi Dönemi
Osmanlı’da; kuruluşundan Fatih Sultan Mehmet’in kanunnamesinin ilanına kadar olan dönem içinde, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yönetim şekline benzer bir yönetim şekli var.
Teokrasi
Teokrasi, Yunanca kökenli bir kelime, Türkçe karşılığı Tanrı düzeni demek, ancak günümüzde egemenlik kaynağını dine dayandıran, ruhban sınıfının egemen olduğu, dini kuralların esas alındığı bir devlet yönetim şekli olarak tanımlanıyor.
Günümüzde, buna örnek olarak; Vatikan, Suudi Arabistan ve İran’ı verebiliriz. Ancak; bunlar arasında da bir yönetim şekli farklılığı var. Vatikan ve Suudi Arabistan teokratik monarşi ile yönetilirken, İran teokratik demokrasi ile yönetiliyor.
Teokratik Monarşi
Teokratik monarşide; hükümdarın, Tanrı’dan başka kimseye hesap vermesi söz konusu değildir. Bu da hükümdarın egemenlik kaynağı ile ilgilidir.
Buna göre; devlet, ilahi bir kurum olup, ilahi iradenin bir ürünüdür. Hükümdar ise Tanrı’nın emirlerine göre devleti yöneten bir kişidir.
Bazıları kralın otoritesini Tanrı’nın bir emrine bağlarken, bu iş O’nun kutsiyetine, hatta tanrılığına kadar gitmiş.
Kral, İbranilerde Tanrı’nın seçtiği, antik Mısır da ise Tanrı’nın kendisi olabileceği kabul edilmiş. Tabii ki bu, uç bir nokta.
Ortaçağ Avrupası’nda; krallar, imparatorlar Papa’nın önünde diz çökerek taç giymişler. Ruhban sınıfını korumuş ve kollamışlar, onun desteğine ihtiyaç duymuşlar. Bazen de İngiltere’de olduğu gibi, yeni bir Hristiyanlık mezhebinin kurucusu ve başı olmuş.
Bugün bile İngiltere Kraliçesi, Anglikan Kilisesi’nin başıdır.
Osmanlı’da Teokratik Monarşiye Geçiş
Fatih Sultan Mehmet, imparator sıfatıyla devletin başı-askerin başı-dinin başı kabul ediliyor ise de, Osmanlı’da geçerli hukuk örfi ağırlıklıdır. Dini ulemanın ağırlığı ise sınırlıdır. Yavuz Sultan Selim’in halife olması ile de bu fazla değişmemiştir.
Sultan I. Ahmet ile dini ulema öne çıkmış, çıkarılan kanunların mutlaka şer-i hukuka uygun olması esas kabul edilmiş. Bu nedenle de Osmanlı’nın gerçek anlamda teokratik monarşiye, bu dönemde geçtiğini söyleyebiliriz.
Sekülerizm
Sekülerizmin; dinsizlikten, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasına kadar birçok tanımı var.
Bizde, sekülerizm ile laiklik eş anlamda kullanılıyor. Bu da kavram kargaşalığına sebebiyet veriyor.
Laiklik, daha ziyade dini kişi ve kurumların devletin işleyişine ve devlet kurumlarına müdahale etmemesi, devletin de din işlerine karışmaması anlamında kullanılıyor. Oysaki sekülerizm, daha geniş bir anlamı ifade ediyor.
Sekülerizm; esas olarak, din ve devletin ayrı şeyler olduğu düşüncesinden yola çıkmış. Bunun için “din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır” tezini ileri sürmüş. İdealistler ile materyalistlerin, “din ve devleti” farklı tanımlamaları ise sekülerizmin
farklı anlaşılmasına neden olmuş.
Basit bir tanımla sekülerizm, din ve devletin birleşik hali olan teokrasinin zıddı bir halini ifade eder.
Hegel’in Modern Devleti
Bugünün modern devlet tanımı, ünlü Alman düşünürü Hegel’in “ devlet, milletin en büyük siyasi teşkilatıdır” ifadesine dayanır.
O’na göre devlet; milletin, hukuki ve siyasi açıdan teşkilatlanması sonucu doğan tüzel kişiliğe ve egemenliğe sahip bir varlıktır. Bundan da anlaşılacağı gibi, devlet soyut bir kavramdır.
Bunu somutlaştıran ise Cumhurbaşkanı, Başbakan, TBMM, Yasama-Yürütme-Yargı erkleri, Asker, Polis, Bayrak, Milli Marş, Dil, Başkent vb. kurumlar ile varlığının kanıtları olan unsurlardır. Hükümet de devletin en büyük icra organıdır.
Devletin Varlığı İçin Gerekli Unsurlar
Bir devletin varlığından söz edebilmek için nüfus-toprak ve egemenlik olmak üzere üç unsurun bulunması gereklidir.
Nüfus, devletin birinci gerçek unsurudur. Milleti olmayan bir devlet düşünülemez. Nüfusun az veya çok olması önemli değildir. Ancak bir milletin zaman içinde çeşitli sebeplerle yok olması, boşluğun başka bir millet tarafından doldurulması, yeni bir devletin ortaya çıkması sonucunu doğurur.
Devletin ikinci gerçek unsuru ülkedir. Bir devletin var olabilmesi için yalnız nüfus yeterli değildir. Bu nüfusun yeryüzünde belli bir bölgede yerleşmiş olması gereklidir. Ülke toprağının küçük veya büyük, toplu ya da parçalı olması önemli değildir.
Devletin üçüncü gerçek unsuru ise hâkimiyettir. Halk, düzenli ve istikrarlı bir teşkilat kurmadıkça ve teşkilat, o nüfusu belli sınırlar içinde bağımsız olarak idare etmeye başlamadıkça devletin varlığından söz edilemez.
Bu üç unsurun tabii bir sonucu olarak; “devletin şahsiyeti” ortaya çıkıyor. Devlet, bunun için tıpkı bir şahıs gibi borç ilişkisine girebilir. Şahsiyet unsuru devamlı olduğu için de yapılan kanunlar, taahhüt edilen borçlar, akdedilen anlaşmalar, bunları imza edenler ölseler bile, değişmedikçe geçerli kalır.
Üniter Devlet ve Karma Devlet
Bugün; dünyada, organik yapı itibariyle biri üniter (Tekli), diğeri de karma (Bileşik) olmak üzere iki devlet şekli bulunuyor.
Üniter Devlet
Ülke, millet, egemenlik unsurları ve keza yasama, yürütme ile yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren bir devlet şeklidir. Bu devlet şekli, merkezi yönetimin esas kabul edildiği, ülke bütünlüğünden asla taviz vermeyen bir organik yapıdadır. Türkiye, Fransa, İtalya vb. ülkeler buna örnek teşkil eder
Karma devletin ise “Federasyon ve Konfederasyon” olmak üzere iki şekli vardır.
Federal Devlet
İçyapıları itibariyle özerk olan devletlerin oluşturdukları siyasi bir birliktir. Bu devlet şeklinin, yerel yönetimlerin ağırlıkta olduğu, ayrışmayı tetikleyen bir özelliği vardır. Belçika, İspanya, İsviçre, Rusya, A.B.D. gibi ülkeleri buna örnek olarak gösterebiliriz.
Konfedere Devlet
Egemenlik ve ayrılma hakkı saklı kalmak kaydıyla bağımsız devletlerin oluşturduğu bir birliktir. Bugün için bunun bir örneği yoktur.
Avrupa Birliği Bir Konfedere Devlet Değildir
Avrupa Birliği’nin, konfedere hatta federal devlet gibi siyasi bir hedefi var. Ancak; bunun, ekonomik birlik ötesine gidemediğini görüyoruz.
Türk ve Kürt Federal ve Konfedere Devlet Tuzağı
Türk ve Kürt Federal ve Konfedere Devlet düşüncesinin bazı aydın ve siyasetçimiz tarafından dile getirildiğini görüyoruz. Bunun ilginç tarafı, buna benzer düşünce ve yoruma dış medyada da rastlamamız. Adeta birileri Türkiye’ye gaz veriyor.
Bu bana “küçültmek istiyorsanız, büyütün!” stratejisini hatırlatıyor.
Neden mi?
Bir kere; Kuzey Irak’ta yer alan Özerk Kürt Yönetimi, iki parçalı, iki ayrı aşiret devletidir. Her iki devlet de aşiret reisi mantığı ile yönetilir. Bunun için Barzani ve Talabani’nin ne zaman-nerede-nasıl ve ne şekilde davranacağını kestirmek mümkün değildir. Burada sözler bir anda verilir ve unutulur.
İkincisi; Irak Özerk Kürt Yönetimi, A.B.D., İngiltere ve İsrail’in vesayeti altındadır. Ayrıca Barzani ailesinin tarihi Rus dostluğu ile Talabani’nin İran ve Fransa ilişkisini de gözden uzak tutmamak gerekir.
Üçüncüsü; bölgedeki PKK varlığıdır.
Osmanlı coğrafyasında; 1806-1914 döneminde, ortaya çıkan Kürt aşiret isyanlarının birçoğunda Rusya’nın parmağı var. Bunu Loris Melikof’un Kürt aşiretleri üzerindeki çalışmalarından anlıyoruz.
İngiltere’nin siyasi Kürtçüler ile olan ilişkisi daha sonra başlamış, bunu da A.B.D. ve İsrail takip etmiş.
Bugün; PKK üzerinde A.B.D. ve İngiltere dışında, Rusya-Fransa-Almanya ve İsrail’in de bir ağırlığı var. Hal böyle olmasaydı, PKK Avrupa başkentlerindeki uyuşturucu pazarında cirit atamazdı.
PKK’nın acıdan başka Kürtlere vereceği bir şey yoktur. Çünkü görevi; küresel emperyalizmin, Türkiye-İran-Irak ve Suriye’nin yeniden dizaynında bir tehdit ve taciz aracı olma ile ilgilidir. Bu görevi bitirmeden de tasfiyesine müsaade etmezler. Bu bakımdan PKK konusu bir Kürt sorunu değil, Türkiye’nin II. Cumhuriyete geçişinin bir sopasıdır.
Dördüncüsü ise küresel aktörlerin; bölgede, yalan-yanlış propaganda ile şişirilse de Türkiye gibi büyük bir devlete tahammülü yok, onların gerçek tercihi ise küçük aşiret devletleri.
Bütün bunlar dikkate alındığında; Türk ve Kürt Federal ve Konfedere Devlet düşüncesi, bir tuzaktan başka bir şey değildir. Olsa, olsa Ortadoğu’da yeni aşiret devletlerin kuruluş projesi ile ilgilidir.
Devletin Sona Ermesi
Toplum bağlarının çözülmesi, devletin çeşitli öğelerinin kendi istekleri veya zorla ayrılması, bir devletin başka bir devleti bünyesine katması vb. nedenlerle devletin varlığı sona erer. Devletin varlığının sona ermesi ise hâkimiyet devri-borçlar-anlaşmalar-kanunların yürürlüğü-uyrukluk gibi birçok sorunun da ortaya çıkmasına yol açar.
Devletlerarası İlişkilerde Güçlü Olan Haklıdır
Bugün; dünyada, devletlerin genel olarak hâkimiyet ve uluslararası ilişkiler açısından, eşit haklara sahip olduğu kabul edilir. Tabii ki bu, kâğıt üzerinde geçerli bir durum, uygulamada ise bunun devletlerin gücü ile sınırlı olduğunu, A.B.D. İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in ise imtiyazlı konumunu sürdürdüğünü görüyoruz.
Meşruti Monarşi
XVIII. yüzyıl sonlarında; Avrupa’da vuku bulan ekonomik-sosyal-siyasal gelişmeler sonucunda, “meşrutî” adı verilen yeni bir tür monarşi doğdu.
Buna göre; hükümdarın yetkileri, yazılı bir anayasa ile tanımlandı ve sınırlandı. Bu monarşi türü genellikle “parlamenterdi” ve demokrasiye pek yakındı.
Bunun sonucu olarak; kral, yürütme yetkisini hükümete devrederek sembolik bir hale gelirken, hükümet de halk tarafından seçilen millet meclisinin kararlarına uymak zorunda kaldı.
Bugün; Hollanda-Danimarka-İngiltere-İspanya-İsveç ve Belçika’da bu yönetim şekli vardır.
Oligarşik Monarşi ve 1830 Devrimi
Napolyon sonrası Fransa’sında kral olan X. Şarl, Viyana Kongresi Kararlarından da güç alarak monarşik bir yönetim sergilemeye başlamış. İktidardaki kral taraftarı muhafazakârlar (Aristokrat ve ruhban sınıfı) ile muhalefetteki liberaller (Burjuva, işçi ve köylü sınıfı) arasındaki kavga, meclisin kapatılmasına kadar gitmiş. Dolayısıyla yönetim, soyluların eline geçmiş. Buna tepki gösteren halk ayaklanarak kralı devirmiş, yerine liberal görüşü destekleyen Lui Filip’i tahta çıkarmış.
Osmanlı’da Modern Devlete Geçiş Çalışmaları
Sultan II. Mahmut; âdem-i merkezi bir yönetimden merkezi yönetime geçiş çalışmalarını başlatmış, devlet başkanı sıfatını korurken, yürütme yetkisini sadrazama, askeri yetkisini seraskere, dini yetkisini de şeyhülislama devretmiş. Böylelikle şeyhülislam ve diyanet özerk bir statü kazanmış.
Protokolde padişahın sağında sadrazam, solunda ise serasker yer almış. Serasker, idari açıdan sadrazama bağlı iken, sadece padişaha karşı sorumlu olmuş. Bu hiyerarşi, zaman, zaman değişmiş ise de değişik isimler altında, varlığını günümüze kadar koruduğunu görüyoruz.
Bunun dışında; merkezi mali yönetimi güçlendirmek amacıyla tımar sistemini kaldırarak tımar arazilerini hazineye mal etmiş, evkaf müdürlüğünü kurarak da dini vakıfların gelirlerine el koymuş. Başta şeyhülislam olmak üzere din görevlilerini maaşa bağlamış. Maarif ve adalet bakanlıklarını tesis ederek ulemanın gücünü kırmış. Müslim tebaa ile sınırlı kalmak kaydıyla zorunlu askerlik uygulamasını başlatmış.
Modern devlete geçiş ile ilgili çalışmalar Sultan Abdülmecit ile de hız kazanmış, vatandaşlık temeline dayalı millet tanımına gidilmiş, ekonomi-mali-sosyal-kültürel-askeri alanlarda birçok reform yapılmış.
Bundan sonra gelen hükümdarların da aynı yolu izlediğini görüyoruz.
Osmanlı’da Meşruti Monarşi
Mithat Paşa, Sultan II. Abdülhamit’in tahta geçişi ile “O’nun veliaht iken verdiği söze dayanarak” Kanun-i Esasi (Osmanlı Anayasası) çalışmalarını başlatmış. Kendisi de bu konuda oluşturulan komisyonun başına getirilmiş.
Hazırlanan Kanun-i Esasi, padişahın yaptığı bir değişiklik ile onaylanmış, 23 Aralık 1876’da da resmen ilan edilmiş. Böylece I. Meşrutiyet dönemi hukuken başlamış.
Meclis-i Umumi ’nin Açılışı
Rusya’yı bir türlü ikna edemeyen Sultan II. Abdülhamit, “20 Mart 1877’de” Meclis-i Umumi ’nin açılışı ile İngiltere-Fransa-Avusturya-Almanya ve İtalya’nın desteğini almaya çalışmış.
Açılan meclis, 24 Nisan 1877’de başlayan ve Osmanlı-Rus Savaşı ile padişaha yönelen yoğun eleştiriler sonucu, 28 Haziran 1877’de padişahça dağıtılmış.
Ardından yapılan seçimler sonucu, 13 Aralık 1877’de tekrar çalışmalara başlamış, bu sefer de savaşın kötü gitmesi nedeniyle 14 Şubat 1878’de padişah tarafından feshedilmiş.
Meclis-i Umumi ’nin (Genel Meclisin) yapısı nasıldı?
Meclis-i Umumi, biri Heyet-i Mebusan diğeri de Heyet-i Ayan olmak üzere iki meclisten oluşmuş. Heyet-i Mebusan, iki dereceli seçimle belirlenen 69’u Müslüman, 46’sı gayrimüslim 115üyeden, Heyet-i Ayan ise doğrudan doğruya padişah tarafından atanan 26 üyeden oluşmuş.
Osmanlı’da Monarşik Yönetime Geri Dönüş
Sultan II. Abdülhamit, savaştan sonra meclisi ve Mithat Paşa ile ekibini savaşa neden olmakla suçlamış, Balkan Orduları Umumi Kumandanı Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa ve yerine atanan Şipka Geçidi Kahramanı Süleyman Hüsnü Paşa’yı da yenilginin sorumlusu olarak ilan etmiş.
Meclisi süresiz tatil etmiş, hükümet içinde tasfiyelere girişerek monarşik yönetime geri dönmüş.
Savaş sırasında yargılanan Abdülkerim Nadir Paşa, savunmasında hükümeti zora düşüreceği düşüncesi ile Midilli’ye sürgüne gönderilmiş. Mağlubiyetin faturası da görevi devralan “30 Mayıs 1876 Askeri Darbesi’nde bir rolü bulunan” Şipka Geçidi Kahramanı Süleyman Hüsnü Paşa’ya kesilmiş.
Süleyman Hüsnü Paşa, önce tüm rütbe ve madalyaları geri alınarak idama mahkûm olmuş, ancak daha sonra Sultan II. Abdülhamit tarafından affedilerek Bağdat’a sürgüne gönderilmiş.
İkinci Meşrutiyet
Osmanlı Anayasası’nın “29 yıl askıda kaldıktan sonra” 24 Temmuz 1908’de tekrar yürürlüğe girmesi ile İkinci Meşrutiyet dönemi başlamış. Bu dönem, 5 Kasım 1922’de de Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ile sona ermiş.
Birinci Meşrutiyet resmen hiç sona ermediği gibi, İkinci Meşrutiyete geçişte de bir anayasa değişikliğine gidilmemiştir. Bunun için, bazı tarihçiler bunu, bir tek Meşrutiyet döneminin ikinci faslı olarak değerlendiriyor.
Cumhuriyette Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir
Cumhuriyet, Arapça kökenli bir kelime, “toplanma”, “topluluk oluşturma” anlamında. Osmanlı Türkçesine cumhür olarak geçmiş, “halk” demek. Bu bakımdan cumhuriyeti “halkın yönetimi”, “halka dayalı yönetim” şeklinde tanımlayabiliriz.
Bunu; “hükümet başkanının, halk tarafından, belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim şeklidir” şeklinde tanımlayanlar da var. Bu itibarla cumhuriyet, egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu monarşinin zıttıdır.
Osmanlı’da cumhuriyet fikri; ilk kez, 1870’li yıllarda Yeni Osmanlıcılar ve Mithat Paşa tarafından tartışmaya açılmış.
Demokrasi Millete Dayalı Bir Yönetim Şeklidir
Cumhuriyet, halka dayalı bir yönetim olmasına karşılık, demokrasi halka dayalı bir yönetim şeklidir. Bu da “halkın yönetime katılımı nasıl olacak?”, ”kararlar nasıl alınacak”, “bunun ekonomik-sosyal-kültürel kriterleri ne olacak?” gibi soruları akla getirmiş. Demokrasinin farklı tanımı da buna dayanıyor.
Halkın Yönetime Katılımı
Halkın yönetime katılımı ve karar alma ile ilgili olarak; doğrudan demokrasi, çoğulcu demokrasi (Nisbi Demokrasi) yarı doğrudan demokrasi çoğunlukçu demokrasi (Mutlak Demokrasi) olmak üzere dört farklı demokrasi şekli var.
Doğrudan Demokrasi
Halkın egemenliği bizzat ve doğrudan doğruya kullandığı demokrasi şeklidir.
Bu demokrasi şeklinde; devlet için gerekli tüm kararlar, vatandaş tarafından bir aracı veya temsilci olmaksızın bizzat alınır.
Demokrasinin ideal anlamına en yakın olan bu demokrasi şekli, sadece eski Yunan sitelerinin bazılarında uygulanabilmiş. Bunun dışında İsviçre’nin bazı kantonlarında da rastlanıyor.
Çoğulcu Demokrasi (Nisbi Demokrasi)
Çoğunluğun mutlak hâkimiyetini reddeden, azınlığında katılımını esas kabul eden bir demokrasi şeklidir.
Yürütmenin kuvvetli ve geniş partiler koalisyonuna dayanması, kuvvetler ayrılığı, iktidarın bölüşülmesi, çok partili sistem, yarı-temsili sistem, yazılı anayasa ile hükümet yetkilerinin sınırlanması, iki meclisli parlamento bu modelin tipik özelliğidir.
Yarı Doğrudan Demokrasi
Bu demokrasi şeklinde, halk bir yasama organı seçer ve yasaların yapılmasına da katkı sağlar.
Bunun için halka tanınan yetkilerin başında halkoylaması gelir, Meclis tarafından kanun hazırlanır ve halkoyuna sunulur, halk kabul ya da ret eder.
Çoğunlukçu Demokrasi (Mutlak Demokrasi)
Çoğunluk kararlarının geçerli ve mutlak kabul edildiği bir demokrasi şeklidir.
Buna göre; “çoğunluğun kararları her şeyin üstündedir ve yönetme hakkı mutlaktır, hiçbir şekilde sınırlandırılamaz”.
Demokrasi İle İlgili Tartışmalar
Demokrasi ile ilgili tartışmalar, halkın yönetime katılımı ve karar alma ile sınırlı kalmamış, halkın ekonomik-sosyal-kültürel farklılığı da öne çıkmış.
Seçkinci Görüş (Elitizm)
Bu görüşe göre; seçen ve seçilen seçkin olmalı.
Platon (Eflatun), bu görüşün tipik temsilcisi olarak kabul edilir. O’na göre; “seçenlerin erdemli olması yeterlidir. Yönetici sınıfın ise erdemli olmasının yanı sıra bilgili olması” gereklidir.
Modern seçkinci görüş savunucularına göre ise “seçenin kim olduğunun bir önemi yoktur. Önemli olan, seçilenlerin seçkin olmasıdır”.
Liberal Demokrasi
Demokraside; hür irade ve ekonomik eşitlik önceliği, sürekli tartışma konusu olmuş. Liberal demokratlara göre; demokraside, bireysel özgürlük önde gelir. Eşitlik ise sadece siyasi alanda geçerlidir.
Sosyal Demokrasi
Sosyal demokratlara göre; demokraside, siyasi eşitliğin yanı sıra ekonomik eşitlikte önemlidir.
Marksist Demokrasi
Marks’a göre; demokrasi için siyasi eşitlik yeterli değildir, bunun yanı sıra sosyal eşitliğin de olması gereklidir.
Yine O’na göre; “gerçek demokrasi ancak sınıf farklılığının kaldırıldığı zaman olabilir. Proletaryanın geçici devrimci diktatörlüğü ise bunun aracıdır”.
Korporatist Demokrasi
Mussolini’ye göre; “bireysel çıkarlar ile toplumsal çıkarlar arasında bir uyum olmalıdır. Bireyin bağlı bulunduğu mesleki teşkilatın kararlarına katılımı, hem temsili hem de çıkarı açısından en uygun bir durumdur”.
Nasyonal Sosyalist Demokrasi
Hitler’e göre; “ siyasi ve sosyal eşitlik olmadan demokrasi olmaz. Parlamento gereksiz tartışmaların odağı değil, önemli merkezi kararların alındığı bir yerdir. Millet, yönetime en iyi katılımı, parti içinde ve onun temsilcileri ile yapar”.
Cumhuriyet ve Demokrasi
Cumhuriyetin; demokratik cumhuriyet, teokratik cumhuriyet, oligarşik cumhuriyet ve sosyalist cumhuriyet şekilleri var.
Tam Demokratik Cumhuriyet
Seçenlerin örgütlü, seçilenlerin erdemli ve bilgili, çoğulculuğun esas alındığı bir yönetim ve yönetim şeklidir.
Teokratik Demokratik Cumhuriyet
Dini esaslara dayalı, ruhban sınıfının öne çıktığı, yürütmenin dayanağı olan meclisin halk tarafından seçildiği bir yönetim ve yönetim biçimidir.
Oligarşik Demokratik Cumhuriyet
Meclisin halk tarafından seçilmesine rağmen, yönetimde bir sınıf ya da grubun etkin olduğu bir yönetim ve yönetim şeklidir.
Demokratik Sosyalist Cumhuriyet
Halkın proleter parti içinde söz sahibi olduğu ve temsilcileri vasıtasıyla yönetime katıldığı bir yönetim ve yönetim şeklidir.
Demokrasi Modern Bir Toplumun Yönetim Şeklidir
Bir ülkede, medeni bir toplum yoksa demokrasi de yoktur.
Medeni toplum; bireysel iradenin var olduğu, başkalarının hak ve hukukuna saygı duyulduğu, insanların iştigal konularına göre örgütlendiği, millet olmuş toplumlardır.
Aşiret ve feodal toplumlar, demokrasi dense de demokrasi ile yönetilemez. Çünkü burada halkın değil, ağaların-beylerin-mollaların sözü geçerlidir.
Demokratik Toplum Yoksa Demokrasi Oyunu Vardır
Bir ülkede demokratik bir toplum yoksa orada demokrasi kördür, topaldır.
Demokratik toplum; sermayenin tahakkümü olmadığı, bireysel iradenin var olduğu ve bireyin mesleki çıkar ve ülke ile toplumsal sorunlara duyarlı bulunduğu örgütlü bir toplumdur.
Borcun tahakkümü altına girmiş, parayı put haline getirmiş, çevre ve medyanın iradesi ile hareket eden, güçlünün ve önde gidenin peşine takılan, mesleki çıkar ve ülke ile toplumsal sorunlara duyarsız örgütsüz toplumlar demokratik bir toplum değildir. Burada demokrasi değil, demokrasi oyunu vardır.
Yönetenler Demokrat Değiller ise Demokrasiden Bahsedilemez
Yönetici sınıf, demokrat olmalıdır.
Demokrat olmak; dürüst, mütevazı, ilkeli-ilgili-samimi-sorumlu, bilgili, iktidar sahibi olmaya rağmen başkalarının düşünce ve hakkına saygı duyma ve adil olma ile ilgilidir.
Gücü elde bulunduranlar, “her şeyin en iyisini, en doğrusunu ben bilirim, ben yaparım” diyor, başkalarının düşünce ve hakkını kısıtlıyor, çeşitli yollarla engelliyor, hatta adaletsizliğe varan bir davranış sergiliyorsa, bunların demokratlığından söz edilemez.
Oligarşiyi Demokrasi Diye Yutturuyorlar
Demokrasi ile yönetilen ülkelere baktığımızda; iktidara kim gelirse gelsin, yönetimde bir sınıf veya grubun dediği oluyor, kazananlar hep bunlar. Buna demokrasi değil, oligarşi denir.
Bu gelişmekte olan ülkelerin kaçınılmaz bir kaderi. Ancak; bunun demokrasi kültürü gelişmiş olan Batı Avrupa ülkelerinde de artan ölçüde görülmeye başlanması ilginç bir durum. Tabii ki bu küresel sistemin siyasi düşünce ve mantığı ile ilgili.
Demokrasi şampiyonu A.B.D. için ise söylenecek bir söz yok. Burada başkan kim olursa olsun, FED’in (Amerikan Merkez Bankası) ortağı olan 12 büyük aile ve Beyaz Anglosakson Protestan derin devleti ile Musevi cemaatini dikkate almak zorunda.
Oligarşik Demokrasi Totaliter Bir Rejime Dönüşüyor
Bugün; dünyada, örgütlü toplumdan örgütsüz bir topluma doğru bir gidiş var. Bunun nedeni de halkın paçozlaşması ve siyasete olan ilgisizliği, üniversitelerin işlevini yitirmesi, sendika ve gençlik örgütlerin marjinalleşmesi, mesleki örgütlerin etkisizleşmesidir.
Örgütsüz toplumlar, küçük bir azınlık tarafından, istenildiği gibi yönlendirilebilecek toplumlardır. İnsanların kimlik numarası ile fişlenmesi, polisin orduyu gölgede bırakacak bir kadroya ulaşması, silahlı ordulara sahip özel güvenlik şirketleri ise bunu kolaylaştıran araçlardır.
Biri sağda biri solda gözüken, aslında birbirinden farkı olmayan iki partili siyasi yapı ise bu işin başka bir boyutu.
Hal böyle olunca ideolojiler-siyasi partiler değil, usta bir demagog-oportünist-pragmatik liderler öne çıkıyor. Tabii ki burada oligarklar ve medya devreye giriyor, istediğini de seçtiriyor. Bu bazen küresel bir güçte olabiliyor.
Gücü eline geçiren lider, “ben neymişim” deyip, kendisine destek verenler dışında kimseyi tanımıyor, devletin tüm organlarını tekeli altına almaya çalışıyor, devletin gücünü kullanarak muhaliflerine yapmadığı kalmıyor ve tek lider konumuna geliyor. Bu da oligarşik demokrasinin totaliter bir rejime dönüşümünden başka bir şey değildir.