Dr. Abdülkadir SEZGİN
IRAK TÜRKMENLERİ DİN VE KÜLTÜR
Irak’a Türklerin Gelişi:
Türklerin Irak bölgesine geldikleri tarih, Emevi iktidarı (661-750)nın Müslüman ahaliye baskı ve zulmünün arttığı yıllara rastlar. Türkistan ve Horasan’dan savaşlar vesilesi ile olduğu gibi, ticaretle veya 1960larda Türkiye’den Almanya’ya olduğu gibi, işçi olarak da bölgeye Türklerin geldiği görülür.
Emevi zulmünü sona erdirmede Arapların kendi başlarına yetersiz kalacakları anlaşılınca, İslam topraklarına dahil olmuş Horasan bölgesinin genç Valisi Ebu Müslim HORASANİ (asıl ismi: Abdurrahman bin Müslim)(719-755)den muhaliflerin yardım istemesi üzerine o da bu işe karar vermiş ve hareketi de başarıya ulaştırmıştır. Bu başarı sebebiyle Samarra şehrinin Türk/Türkmen askerler için inşa edilmiş olduğunu biliyoruz. Bu tarihler yaklaşık VIII. Yüz yılın ortalarıdır.
Kaldı ki, İmam-ı Azam olarak bilinen Numan bin Sabit (699-769)in Dedesi Buhara’nın Kabil köyündendir ve büyük bir ihtimalle Kufeye ( Irak’a) ticaret için Hz. Ali’nin hilafeti sırasında gelmiş ve Onun dostları arasında yer almıştır.
İmam-ı Azam’ın Dedesi Zota’nın bir nevruz günü, “bizim memlekette bu gün bayramdır” diyerek çocuklara ateş yaktırıp sinsin oynamalarını sağladığı ve Hz. Ali dahil pek çok kimseye sütlü bir tatlı ikram ettiği, bunun sebebini soran Hz. Ali’ye de aynı şeyleri tekrarlayınca, tatlı hoşuna gitmiş olan Halife’nin:
“ – Böyle tatlı olduktan sonra her gününüz nevruz olsun” dediği meşhurdur. Yani Türkler bu bölgeye kendi dilleri ve kültürleri ile gelmişlerdir.
İmam-ı Azam’ın Hz. Ali ve ehlibeyt’e yakınlığında bu “baba dostluğu”nun da payı olmalıdır.
Bu tür gelenler de dikkate alındığında, Türklerin VII.yüz yılın ikinci yarısından itibaren Irak’a geldikleri ve yerleştikleri kabul edilir.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, Türkler Irakta, ticaret, ilim ve siyaset alanında 650 yılından itibaren vardır. Bunda kimsenin kuşkusu yoktur.
İlk Mevlid Kutlaması Erbil Türkmenlerinden
Kutlu Peygamberimizin doğumu anlamında, resmi merasimlerle ilk defa 1207 tarihinde, Salahaddin Eyyubi’nin de eniştesi olan Erbil Emiri (hükümdarı 1190 – 1232 ) Muzafferuddin Gökbörü tarafından yapılmıştır. (Gökbörü, bu günkü Türkçemizle Bozkurt demektir.) Bu zat tarafından yapılmış ve kısmen ayakta kalmış tek eser, Erbil’deki mavi çinilerle yapılmış kendi adıyla anılan camidir.
Daha önceleri Arap din adamları arasında “bid’at-ı mezmume” (kötü bir icad=bid’at) sayılırdı. Burada yapılan Mevlit kutlamaları kırk gün kırk gece sürmüş, dualar, zikirler, ibadetlerin yanında oyunlar, santranç yarışmaları ve eğlenceler de yapılmıştır. Bu durum bütün Müslümanlarca dini tebliğde yeni ve modern bir anlayış olarak hüsnü kabul görmüş ve bütün İslam âleminde mevlid merasimleri başlamıştır.
Irakta Türk Devletleri ve Araplaşmış Türkler
Tarih içinde Abbasiler’den sonra Büyük Selçuklu, Atabekler, İlhanlı, Celayirli, Karakoyunlu, Akkoyunlu, ve Safevîler gibi Türk devletlerince yönetilmiş; 1534 tarihinde Osmanlı toprağı haline gelmiştir. Irak toprakları en son Osmanlı coğrafyası olarak, huzurlu ve mutlu dört asır yaşamıştır.
Bağdat dahil pek çok Irak şehrinde, hiç Türkçe bilmediği halde, annesinin Karamanlı, Babasının Sivaslı, Konyalı olduğunu söyleyen binlerle Araplaşmış Türk’le karşılaşmak mümkündür. Türklüklerinin belgesi olarak da, sadece bir Türk olan İmam- Azam Ebu Hanife mezhebine bağlı olması kalmıştır.
Bu gün Kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde Hanefilik Türklük alametidir.
Kerkük – Musul – Erbil yahut Türkmeneli
Günümüze kadar, dilini ve kültürünü koruyarak kalmayı başarmış olan Türkler; Kerkük, Musul ve Erbil şehirleriyle anılan ve topuna birden Türkmeneli bölgesiyle sınırlı biliniyor. Hepimizi duygulandıran hoyratları, türküleri, yemekleri, kısaca kültürleriyle Türkmeneli 1920 lerde İngiliz oyunlarıyla bizden koparıldıkları andan itibaren, hep bir gece gelip kendilerini kurtaracak “Mehmetcik”i bekledi. Bu bekleyiş sırasında baskılar, zulümler ve ölümler gördü. Ne olursa olsun Türkmeneli bekledi ve inanıyordu ki, bir sabah uyandığında Mehmetçiği yanı başında görecekti.
Tam bu fırsat geldi derken, bizim desteklerimizle büyüyüp gelişmiş Peşmerge’yi bize tercih eden Amerikalı ve öyle mi yapalım, böyle mi yapalımla oyalamaları oynayanlarla mı, böylelikle oy alanlarla mı karşı karşıya kaldık.
Türkmeneli’nde göz göz olmuş dereler bile hüzün gözyaşları biçiminde akıyor olmalıdır.
Bu günkü yaşayışa kader demeye dilim varmıyor. Kaderse, bu çok kötü bir kader olmalıdır.
Irak’ta Müslümanlık – Mezhep ve Tarikat
Irak’ın merkezinde ve kuzey bölgelerinde yaygın mezhep Şafiiliktir. Güney bölgelerinde ise, Şii/Caferi mezhebi mensupları çoğunluktadır.
Irak’ta Sünni Müslümanlar arasında yaygın tarikat Kadirilik ve Nakşilik’tir. Bu tarikatların yapılanması ve hiyerarşisi Osmanlı Meclis-i Meşayih Nizamnamesi (Tüzük)ne göredir. Halen kuzey taraflar da dahil bu tarikatların tekkelerine ait vakıflar, tarikatların en önemli gelir kaynağını oluşturur.
Baas Partisi’nin sosyalist oluşu, 1922 sonrasında kurulan kırallığın Vehhabi oluşu sebebiyle tasavvufi gelişme ve eğitim engellendiği ve baskı altında tutulduğu için tarikatlardaki bozulma, bizdekilerden daha ileri boyuttadır. Yabancı servislerin ve etnik oluşumların ilgi alanındaki tarikatlar genel olarak tarihi ve geleneksel yapılarını koruyamamışlardır. Bu güne kadar koruyabildikleri en önemli şey vakıflar, vakıfların gelirleri ve bunları muhafaza edebilmek için de tarikatların gösteriden ileri gidemeyen zikirleridir.
Özellikle Kuzey Irak bölgesinde yaşayan Türklerin büyük bir kısmı, aynen ülkemizde olduğu gibi, Sünni / Hanefi tarikat olarak da Bektaşi idi. Bunları Erbil, Tuzhurmatı, Köy Sancak taraflarında görüyoruz. Bölgede bunlara Kakai deniliyor. Bektaşilik, güçlü iken, kapatılmadan önce Erbil Türkmenleri Şii Caferi idiler. O sebeplerle bu iki Türkmen gurubu arasında mezhep, tarikat ve meşrep farklılığı bulunuyordu.
Bu farklılık, Türkiye Alevileri ile İran Caferileri arasındaki farklılığın aynısı idi.
Erbil’in Caferi Türkmenleri, Osmanlı’nın, bunlar Caferi’dir, Şii’dir, potansiyel İran ajanıdır, ithamından kurtulmak ve gelecek nesillerinin rahat ve huzur içinde yaşamaları için Sünni bir mezhebe geçmeye karar verdiler. Fakat kendi beyanlarına göre: İstanbul’un mezhebini bilen ve öğretecek adam bulamadıkları için Şafii mezhebine girdiler.
Kakailerle Türkmenlerin mezhebi yine farklı kaldı. Bu sebeple aralarında birlik, beraberlik ve uyum (entegrasyon) kurulamadı.
Peşinden gelen I. Dünya savaşı ve İngiliz sömürge idaresi ve arkasından Irak devleti hikayesi derken, Bektaşi Kakailer kimlik bunalımına düştüler. Bir kısmı kendisini, Türk sayarken bir kısmı Arap, bir kısmı da Kürt sayma noktasına geldi.
Sayıları Erbil Türkmenleri sayısına yaklaşan nüfusu ile Bektaşi Türkmenler olan Kakailer sahipsiz ve ortada kalmış durumdadırlar.
Diğer taraftan Musul ve Kerkük Türkmenlerinin yarısı Bektaşi idi. Bu iki şehir ve birkaç kasabada durum aynıydı. Buralarda Bektaşi tekkeleri vardı
Geçen zaman içinde, bizim ülkemizden Necef’e okumaya giden Caferi çocuklarının Muharrem, Ramazan gibi mübarek ay veya günlerde, Medreselerinin ve Hocalarının şuurlu, planlı ve düzenli vaaz, telkin ve tebliğ için gönderilmeleri sonucunda Bektaşilikten Caferiliğe geçtiler. Üstelik yaşı ellinin altında olanlar, aslında Bektaşi olduklarını da hatırlamıyorlar. Sadece İranlı Şiilerden daha farklı olduklarını ve mezhep taassubu içinde olmadıklarını biliyorlar.
Fakat, Türkmen olduklarını unutmadıkları için de çoğunluğu oluşturan Arap Caferileri ile de uyum sağlayamadılar.
Aslında şair, bestekar ve kısaca sanatkar olan Irak Türkmenleri, Osmanlı Türkleri ile akraba oldukları için, İngilizlerin desteği ile Osmanlı’dan kurtulduklarını zanneden, kendi topraklarında hür vatandaşlarken sömürge olmaya rıza göstermiş olan Arap için düşman sayılıyordu.
Bölgede bir önemli Türk gurubu da “Sarı” adı ile bilinen Türkmenlerdir. Türk sazı ve Türk Dili otantik olarak en canlı biçimde bunlar arasında yaşamaktadır. Bunların eski “Türk Dini’’ne mensup oldukları da söylenmektedir. Bunlara ilişkin ülkemizde her hangi bir çalışma yapılmamıştır.
NECEF VE KERBELA’DA BEKTAŞİLER ARTIK YOK
Osmanlı döneminde, birer Türk şehri olan Hz. Ali’nin türbesinin bulunduğu Necef şehri ile Hz. Hüseyin’in gövdesinin bulunduğu türbede birer Bektaşi Dedesi bulunurdu.
Bu Dedeler, türbenin anahtarlarını taşıdıkları gibi, aydınlatma kandillerini yakmaktan sorumlu idiler. Kandil yakma işini yapana “Çırakman” (çıra yakıcısı) denirdi. Ülkemizde de bu sıfatı soyadı olarak taşıyan pek çok insan bulunmaktadır.
1948 yılında Necef ve Kerbela’ya elektrik gelinceye kadar bu hizmeti Bektaşi Dedeleri yerine getirdiler. Şimdi ise, bu Dedelerin ne olduğu, nereye gittiği konusunda kimse bir şey bilmiyor.
Ülkemizde, Bektaşiler, Bektaşilikten mevki ve makam sahibi olanlarla bu işten para kazananlar ve hatta Bektaşi Postu’nda oturanlar dahil hiç kimsenin bilgisi bulunmuyor. Ülke dışında araştırma, inceleme yapan olmadığı gibi, ziyaret için buralara giden insan yok denecek kadar azdır. Ziyarete giden Bektaşilerin de ziyaret dışında yaptıkları bir şey olmadığını biliyoruz.
Kendilerini Alevi temsilcisi gibi gören ve topluma o sıfatla öyle sunanların çoğunluğunun ateist oluşu sebebiyle Hz. Ali’yle, Hz. Hüseyin’le ve bu uluların türbeleriyle veya oralardaki tekkeler ve hizmet erleriyle de ilgilenmiyorlar.
HZ. ALİ TÜRBESİNDE HACI BEKTAŞ VELİ MAKAMI
Necef’te Hz. Ali Türbesinin, kıble tarafındaki giriş kapısının eşiği “Hacı Bektaş Veli Makamı” idi. Hatta bazı Caferi kaynaklar buranın makam değil, gerçek mezar olduğu iddiasında da bulunurlar. Genişletilmiş ve yeniden düzenlenmiş türbede Hacı Bektaş Veli Makamı da yok olmuştur..
Necef’te Hz. Ali ve Kerbela’da Hz. Hüseyin türbeleri fiilen Şii/Caferiliğin merkez kalesi şekline gelmiş ve Caferi tebliği merkezi haline dönüşmüştür. Kara yoluyla Hacca giden veya tesadüfen gelen Sünni Türkler dışında, Türkiye’den ziyaretçisi bile bulunmuyor
Necef ve Kerbela’nın hizmet erleri arasında Bektaşilerin bulunmayışı, bizde kimseyi ilgilendirmiyor mu?
Sesimi duyan ve bundan üzülenler, seslerini herkese duyuracak kadar yükseltmeli değil mi?