Şükrü Alnıaçık
Bin yıl önce dünyada sadece 320 milyon insan yaşıyordu. Bu nüfusun yarısının doğu ve güney Asya’da yaşadığı düşünülürse o zamanlar dünyanın milletlere bölünebilecek kadar bile kalabalık olmadığı düşünülebilir.
Masonların eseri olan Fransız İhtilali yaşanırken dünya nüfusu 1 Milyarın altındaydı ve Fransa 26 Milyonluk nüfusuyla Avrupa rekorunun sahibiydi. Sanayi devrimi, kentleşme ve sağlık hizmetlerinin artmasıyla birlikte Malthus’un nüfus mantarı teorisine uygun olarak dünya nüfusu hızla arttı. Uluslar birbirlerine karşı savunma pozisyonlarını aldılar.
Yaşanan iki dünya savaşı ve ortaya çıkan nükleer tehlike, sıcak savaş kavramının sorgulanmasına yol açtı.Son yüzyılda refah seviyesi yükselmiş, büyük devletlerin vatandaşlarının “kaybedecek şeyleri” artmıştı. Böylece savaş usulleri değişti, ekonomik harp, psikolojik harp gibi soğuk savaşın çeşitli usulleri uygulanmaya başladı. 2. Dünya Savaşının sona erdiği 1945 yılıyla SSCB’nin havlu attığı 1990 yılları arasında büyükler soğuk savaş yaparken küçükler birbirinin ve hatta kardeşlerinin kanlarını dökmeye devam ettiler. Bir üçüncü dünya çocuğu olan PKK bu dönemin kalıntısıdır.
Dünya finans çevrelerinin kontrol ettiği devletler vasıtasıyla II. Dünya Savaşı sonrasında önce totaliter Sovyet rejimine karşı bir “hür dünya” mücadelesi yürütüldü. Bu “soğuk savaş” kazanıldıktan sonra da katı ulusal rejimlere karşı bir “açık toplum” mücadelesi başlatıldı. Turuncu Devrimlerle yürütülen bu CIA destekli “bahar” eylemleri, büyüklerin rahatını bozmadan küçük kardeşlerin birbirini boğazladığı bir “soğuk savaş” türü olarak tarihe geçti.
Fransız İhtilalinden beri dünyada farklı milletlerin özgürce kendi egemenliklerini kullanıp, bağımsız yaşadıkları düşünülse de aslında egemenlik, soylulardan alınmış ve örgütlü burjuvaziye yani güçlü sermaye sahiplerine verilmiştir. Bunun temel nedeni, klasik monarşilerde asla kral veya papaz olamayacak Yahudi bankerlerin, modern demokrasilerde hakimiyeti kolayca ele geçirebilme imkânına sahip olmalarıdır. Çünkü tarihte satılık kral, kilise, saray veya ordu bulamazsınız; ancak günümüzde paranızla parti kurabilir, gazete satın alabilir, banka kredi sistemleriyle halkı kendinize bağlayabilir ve gizli iktidarınızı tesis edebilirsiniz.
Milletlerin geçmişte yaptıkları, kendi milli becerilerinden çok içlerinden çıkan kralların, beylerin, yiğitlerin ve şövalyelerin özel kabiliyetlerinden kaynaklanmış “hususi” ya da “majestik” faaliyetlerdir. Bir Tarihin tam anlamıyla “milli” olabilmesi için, o tarihi yapan fertlerin Millet bilinciyle yola çıkmış ve milli iradeye göre hareket etmiş olmaları gerekir. Ne yazık ki sadece peygamberleri, dinleri ve kralları milli olan İsraillilerin tarihi, kısmen bu özelliği taşımaktadır.
Biz Türkler, tarihimizi kendi dönemlerinin şartlarına göre en iyisini yapmaya çalışan şanlı hükümdarlarıyla birlikte ne kadar sevsek de Türk Tarihinin son yüzyılı dışında Millet, ne yazık ki irade makamı değil, verimli bir “itaat potansiyeli“dir. Bu durum sadece bize özgü de değildir. Bütün milletler için demokrasi öncesi dönemler bizimkine göre daha katı, adaletsiz ve zalimce yaşanmıştır. Ancak bu durum, demokrasi döneminin yani Yakınçağ’ın milli ideallere ket vuran zulümlerini gizlemek için bir sebep teşkil etmemektedir.
Yahudiler, kralların dünyasında hiç bir zaman kral olamamışlardı. Papazlar zirvedeyken de kimse bir Yahudi’yi kiliseye bile sokmazdı. Ancak burjuva yükselişi, Yahudileri, bir asansör gibi en üst kata kadar çıkardı. Çünkü onlar, para sayesinde yükselme ihtimali olan ve parası olan herkese gizli kapıları bile açan yeni bir sistemin fikir mimarları ve öncüsü olmuşlardı. Bu konuda Rotschild, Oppenheimer, Rockefeller isimleri, başka kanıta gerek bırakmayacak kadar güçlü örneklerdir.
Yaklaşık 250 yıldır Yahudi asıllı burjuva-mason aydınların ve onları takip eden jakoben bürokratların kurduğu bir dünya düzeninde yine onların koyduğu kurallarla yaşıyoruz. Gerçek vatanseverlerin veya Milliyetçilerin neden bir türlü demokratik yoldan iktidara gelemedikleri sorusunun cevabı bu gerçeğin içinde saklıdır.
Henüz kendi eliyle Tarih yapma kabiliyeti kazanmamış olan Türk Milleti ve daha doğmadan öldürülmeye çalışılan “demokrasi çağının Türk Milliyetçiliği,” Ziya Gökalp, Kemal Atatürk, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş gibi öncüler sayesinde halen “oluşum dönemini” yaşamaktadır.
Örgütlü kurnaz burjuvaların, çağların itaate alıştırdığı yorgun beyinlere attığı “psikolojik çapa” nedeniyle tarihin sonu gelmiş gibi görünebilir. Milletin ne olduğunu idrak konusunda kafası karışık, saltanata teşne Müslümanların güce teslim olarak havlu atması da bundandır.
Ancak, mayası “eşref-i mahlûkat,” parolası “zafer” olan Ülkücüler için tarih daha yeni başlamaktadır.