Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğunun siyasi varisi olarak çok dilli ve çok dinli, çok etnik gruplu bir gelenekten geliyordu ve bu gelenekten gelmesine rağmen buradan “Milli Devlet” çıkarmayı başarabilmişti.
Bugün insanlarımızın yüzde 86 sı kendisini “Türk” olarak adlandırmakta ve “Ne mutlu Türküm” demektedir.
İşte cumhuriyetin başarısı buradadır. Milli devlet de bu demekti zaten.
Milliyetçiliğin insan sevgisine dayandığını da yukarıda ifade etmiştim.
Biz insan sevgisini de Avrupa hümanistlerinden öğrenmedik.
İnsan sevgisi de bizim geleneğimizin bir parçasıydı
Bizim kaynaklarımız Mevlana,Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Hoca Ahmet Yesevi gibi Türk düşünürleriydi.
Türk İslam düşüncesinin temelinde de İslam tasavvufu vardı.
Avrupalı Engizisyon zulmü altında inlerken Mevlana “Ne olursan ol gel ,ister putperest ister tövbeni bozmuş ol yine gel,bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değildir” diyordu.
Bizi askerlerimiz de Alp erenlik geleneğinden geliyorlardı.
Hem askerdiler hem de aynı zamanda İslam’ın tebliğini yapıyorlardı.
Anadolu bu şekilde Türk İslam yurdu olmuştu. İnsanların İslamlaşmalarının baş sebebi de tasavvufi anlayışın insana bakışında yatmaktadır.
Bizim Anadolu’da kök salmamızın asıl sebebi işte buradadır.
Bu sayede Türk ve İslam özdeşleşmiştir. Avrupalı Türk kökeninden gelmiş olmasa da Osmanlı coğrafyasından olup da kendilerinin hükmedemedikleri bütün müslümanları “Türk” olarak nitelemektedir.
Hatta 20 yüzyılın sonunda Avrupanın göbeğinde katledilen Boşnaklar da Türk oldukları gerekçesiyle katledilmişlerdir.
Şunu açıkça ifade edebiliriz ki ırkçılık Avrupa kökenli bir kavramdır ve bu düşünceyi ilk ortaya atan da Kont Gobino adlı bir Fransız’dır. Bizim geleneğimizde de ırkçılık yoktur. Irkçılık aslında Avrupa’nın hastalığıdır.
12 eylül öncesi etnik çatışmalara alet olmamıştık ama bizi mezhep çatışmalarına sürüklemeyi başarmışlardı. Maraş da ,Sivas da ve Çorum da olaylar bir anda siyasi kavga noktasını da aşmış ve mezhep kavgasına dönüvermişti. Bir noktadan sonra bunu anlamıştık ama iş işten de geçmişti.
Aradan geçen otuz yıldan sonra şunu da gönül rahatlığı ile ifade edebiliriz ki Milliyetçi Hareket o yıllardan kendine ders çıkarmıştır.
Bu noktada kimse bizi kendi siyasi ve gizli emellerine alet edememiş ve ne surette olursa olsun iç çatışmaların içine çekememiştir. Bundan sonra da çekebileceklerini zannetmiyorum.
Bir kere kandırılırsanız kabahat sizi kandırandadır, ama aynı oyuna ikinci kez gelirseniz kabahat sizdedir.
Devlet geçmişi henüz 200 yıl olan Amerikalılar dünyanın dört bir yanından gelen göçmenlerden oluşmalarına rağmen milliyet bilinci oluşturmayı başarmışlardır.
Amerika’da yaşayanların hemen hemen hepsi “I am an American” (Ben bir Amerikalıyım) diyebilmektedir.
Amerika burada başarılı olmuştur.
Binlerce yıllık devlet geleneğinden gelen Türkiyede de insanlarımız “Ne mutlu Türküm diyene” demektedir.
Bu da bizim cumhuriyetimizin başarısıdır.
Türk devletinin birliğinin ve bekasının temeli de Üniter ve Milli devlet olmasındadır. Türk devletinin başarısının temeli anayasamızda yazan millet tarifindedir anayasamızdaki millet kavramı etnik esasa değil vatandaşlık esasına dayanmaktadır.
Anayasalarındaki millet tarifini etnik unsurlara dayandıranlar da 20.yüzyılın
sonlarından beri parçalanma yolundadırlar bazısı da tarihin sayfalarındadır artık.
Irkçılığın nefret temelli olduğunu yukarıda da belirtmiştim.
Bunun en büyük delili bugün bütün haşmetiyle! Ortadadır.
Pkk terörü.
35000 cana malolan ve hala da başka canlara da mal olmakta devam eden bu terör örgütü marksist olmakla beraber aynı zamanda Kürt ırkçısıdır. Askerlerimizin,
Anadolu’da bir tabir vardır ”bastığı yerde ot bitmez” denir
Bunların bastıkları yerde ot bile bitmemektedir.
Bundan önce Pkk’nın esamesi bile yoktu ama onun yerinde o zaman başka kürtçü örgütler vardı (Kava,Ala Rızgari, Ddko, Tekoşin gibi) .
O ağabeyleri de en az bugünküler kadar zalimdiler.
Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun ciğerlerini pompa ile şişirip katledenler onlardı.
Bingöl de belediye başkanı bizim ülküdaşımız Hikmet Tekin’di.
Bir kere vurdular ölmedi yaşadı.
İkinci keresinde ailesiyle beraber katlettiler.
Tıpkı Hamit Fendoğlu ve ailesi gibi
Tıpkı Ali Rıza Altınok ve ailesi gibi.
Dokuz defa dükkanı bombalanan onuncusunda kendi de katledilen Şişli ilçe başkanımız Yusuf Bahri Genç gibi.
Başbuğumuz “Zulüm asla payidar olmaz” diyordu. Bu çok doğruydu.
Geçmişteki zalimler de payidar olamadılar,bugünkü zalimler de payidar olamayacaklar.
Tarih sahnesi de bunun örnekleriyle doludur.
Zaten temelinizde nefret varsa şiddet uygulamanız ve zalim olmanız kaçınılmaz sonuç olacaktır. Alman nazizmi de böyle değil miydi, milyonlarca insanı fırınlarda yakan bir zihniyet, nefret ve toplumsal cinnetten başka neyle açıklanabilir ki?
Bugün Naziler zulümleriyle akıllardadırlar zaten başka neyle hatırlanabilirlerdi ki ?
Fakat nefretin bir de başka yönü vardır, o da başka nefretleri ve ,intikam duygularını beslemesidir. Bunun örneklerini de geçmişte gördük ve fiilen yaşadık.
Kürt ırkçılığı, başka ırkçı akımlara ve tabii ki Türk ırkçılığına da körük vazifesi görmekte ve onları da beslemektedir. Bunun örnekleri şu anda apaçık ortadadır.
İnternetteki forumlara girerseniz ne demek ,istediğimi anlayacaksınız.
Ama burada MHP nin bugünkü tavrının da değerlendirmesini yapacağım.
Teşkilatımız geçmişten alması gereken dersi fazlasıyla çıkarmıştır ve bunun için hiç bir oyuna gelmemekte ve iç çatışmalardan uzak durmaktadır. İç ve dış mihrakların ve bilhassa dış düşmanlarla işbirliği yapanların ülkücüleri tahrik ederek çatışmalara sürükleme çabaları MHP nin sağlam duruşu sayesinde akamete uğratılmaktadır.
Bu duruşu son derece olumlu bulduğumu da burada belirtmek isterim. Geçmişte bu oyunların oynanmış olduğunu ve olayların faturasının da bize ödettirildiğini unutmamamız gerekmektedir.
İnsanların kaderlerini çizen her zaman kendileri değildir. Evet bunda kendi karar ve tercihlerinizin de etkisi vardır ama, zaman,mekan ve içinde bulunduğunuz
şartların etkilerinin daha fazla olduğu düşüncesindeyim.
70 li yılların en sonlarında askerliğimi yaptım, askerliğimi yaptıktan sonra da İstanbul dışında çalıştım.
Yani anarşinin, terörün ve cinayetlerin en çok olduğu, zirveye çıktığı dönemlerde İstanbul’un yani kendi çevremin dışındaydım. Bunda kendi kararlarımın etkisi yoktu, tamamen içinde bulunduğum şartlarla ilgiliydi ve hayatın beni sürüklediği noktaydı..
Şayet okulu bir veya iki sömestre önce bitirseydim, askerlik kararımı daha önce aldırıp dört aylık dönemde askerlik yapacaktım. Bunun sonucunda da olayların tavan yaptığı senelerde İstanbul’da olacaktım.
Vurulmam, yaralanmam ve hatta hırsıma kapılıp çatışmalara fiilen iştirak etmem de ihtimal dahilinde olacaktı. Bu ihtimaller arasında mezara veya 12 eylül zindanlarına girmek de vardı.
Beni tanımayan insanların muhitinde olmam ve bilhassa asker olmam bu noktada benim kaderimi çizen olaylardandı.
Bu ihtimallerin tamamı da benim okulu iki sömestre geç bitirmemle değişti, bu ihtimallerin gerçekleşmemesinin benim şahsi kararlarımla hiç mi hiç etkisi yoktu.
Neticede insanız ve bir insanın hayatının, üç milyar yıllık dünya tarihinin içerisinde okyanusların içerisindeki bir kum tanesi kadar öneminin olduğu da çok ama çok açık değil midir?.
İşte kader de burada devreye girmektedir. İnsanın hayatının bağlı olduğu değişkenlerin sayısı o kadar çoktur ki, her an her şeyin olabilmesi ihtimal dahilindedir.
Daha önceki bölümlerde yazmıştım, Rıza ile ikimizin arasından geçen mermi şayet birkaç santim sağa veya sola gitseydi,birimizden birinin bugünleri göremeyip toprağın altına girmesi kaçınılmazdı.
İşte kader, işte hayat ile ölümün arasındaki kıl kadar sınır.