Ahmet B.KARABACAK
D Ö R T K A H R A M A N K I Z I M I Z
Halide Edip Adıvar, Nezahat Onbaşı, Kastamonu’lu Şerife Bacı, Kara Fatma, Nene Hatun, Tayyar Rahmiye, Subay Fatma Seher hanım, Domaniçli Habibe, Ayşe Hatun, Tayyibe Hatun, Hafız Selman İzbeli, Halime Çavuş (Karabıyık), Satı Çırpan, Kılavuz Hatice, Gördesli Makbule, Nakiye (Elgün) Hanım, Nazife Kadın, Taccülcalala Hanım, İzmirli Ayşe Hanım, Asker Saime Hanım, Aydınlı Ayşe Hanım, Çiftlikli Kübra Hanım, Ayşe Onbaşı, Adanalı Melek ve Hatice hanımlar, Çete Emir Ayşe Hanım, Yırık Fatma Hanım, Faika Hakkı Hanım, Trakyalı anne-kız havva ve Zehra Hanımlar, Maraşlı Senem Hanım, Sultan Hanım .
Yakın tarihimizden bir kesit daha: Birinci dünya harbinde ve Çanakkale’de öylesine çok şehit ve esir vermiştik ki, millî mücadele başlayınca seferberlik ilân edilmiş, on dört-on beş yaşlarındaki çocuklardan elli yaşına kadar olan erkekler askere alınmıştı. Kafkas cephesinde şehit olan Ali Osman dedem şehit olduğu zaman otuz sekiz yaşında imiş. İşte bu seferberlik sırasında Tosya’lı bir genç kızın Kastamonu kolordu kumandanı Muhittin paşaya bir mektubu var. İşte ibretlik o mektup:
“Anavatanımıza bütün mevcudiyetiyle ve İstiklâli Milliyemizi mahvetmek hülyasıyla hücum eden düşmanların namussuz ve pek kirli ayaklarını mukaddes topraklarımızın üzerinde görmeyi arzu etmeyen cariyeleri, istiklâli vatan uğrunda cephelerde gazanferane çarpışan erkek karındaşlarımla beraber, bu mukaddes vazife-i vataniyyede benim de bulunmaklığım hususunda fedai olarak cepheye harekete amade bulunduğumdan lûtuf ve müsadei âlilerinin rayekân buyurulması babında.
Tosya’nın İlyas Bey mahallesinden Kara Mehmetoğlu Mustafa kerimesi Lâtife.”
Neden yazıyorum bu İsimleri? Tarihle biraz ilgilenenler bu isimleri zaten biliyorlar. Kimler bunlar? Bunlar tarihimiz içindeki binlerce, on binlerce kahraman Türk kadınlarından bazıları. Kadınlarımız kendilerine vatan hizmeti düşünce hiç çekinmeden ileri atılmışlar, hangi görev olursa olsun büyük bir gayretle yapmışlar, başarmışlardır. Yukarıdaki isimlerden, benim de hemşehrim olan Şerife Bacı’yı, Kastamonu’daki millî mücadeleyi ele alan ADSIZLAR adlı romanımda anlatmıştım. Gencecik, altı aylık bir kız çocuğu olan, kocası askerdeki Şerife bacı İnebolu’ya gelen cephaneyi Kastamonu yolu ile Ankara’ya kağnı arabası ile götürürken, Kastamonu sınırları içine girerken donarak şehit olmuş, üşümesin diye üzerine yattığı çocuğu ise kurtulmuştu. Şimdi onun Kastamonu ve Tosya’da birer heykeli var. Vefakâr milletim onu hiç olmazsa yeni nesillere böyle tanıtıyor. Benim bu yazıda anlatmak istediğim günümüzün kahramanlarından, yakından tanımak şansına sahip olduğum dört üniversiteli kız… Onlara geçmeden, şahit olduğum bir olay var, onu da anlatmak istiyorum: Bir 29 Mayıs, İstanbul’un fethi töreninde, Sultanahmet’ten Cağaloğlu’ndaki Milli Türk Talebe Birliği lokaline konferans dinlemek için kalabalık bir şekilde giden gençler, yollarının üzerinde olan Hürriyet gazetesi binasına Türk bayrağı asılması için tezahürata başladılar. O zamanki adı toplum polisi olan ekip, birden nasıl haber aldılarsa gençlerin üzerine arabalarla, coplarla saldırdılar. Öğrenci lideri olan arkadaşımız rahmetli Ufuk Şehri’yi bir arabanın içine alarak kıyasıya dövmeğe başladılar. Onların dışındaki polisler de coplarla saldırdıkları bize kıyasıya vuruyorlardı. İşte o zaman, gazetenin karşısındaki binanın merdivenlerinde yumruklarını sıkarak “katiller” diye avazı çıktığı kadar bağıran Cevriye’yi gördüm. Ne korkuyordu, ne geri çekiliyordu. Benim hiç samimiyetim yoktu kendisi ile. Ama onu, bir devlet dairesinde memur olduğu halde, her yürüyüşte, her toplantıda görürdüm. Arkadaşlarının moral kaynağı idi…
Gelelim kızlarımıza:
Ayten Akgün, Sevim Özer, Sevinç Mine Öge, Mebrure Taşkın. Daha önceki yazılarımda, sırası geldikçe benim o küçük yayınevinden zaman zaman bahsettim. O günkü şartlar içinde, Mustafa Kayabek ‘in antikacı dükkânı Ötüken dergisinin, İlhan Darendelioğlu ‘nun küçük matbaası Toprak dergisinin, benim yayın evi de Millî Hareket dergisinin merkezi idi. Bu merkezler aynı zamanda milliyetçilerin zaman zaman toplanıp sohbet ettikleri, bazen dertleştikleri yerlerdi. Milliyetçi düşünürler, sanat adamları, öğretim üyeleri buraları ihmal etmezler, oralara gelen gençler büyüklerinin konuşmalarını dinler, sorular sorarlardı…
Yukarıda isimlerini verdiğim bu dört genç kız, sanki dört kardeş gibi arada bizim yayın evine uğramağa başladılar. Oturuyor, sohbetlere katılıyorlardı. Bir gün, gene hep beraber geldiler ve galiba Sevim Özer: “Ağabey, dedi, biliyorsun biz dördümüz de üniversite öğrencisiyiz. Derslerimizin bazıları öğleden önce, bazıları sonra. Bu arada eve veya yurda gitmemiz zor. İzin verirsen bu boş zamanlarımızı burada değerlendirmek istiyoruz.”
Elbette olur, dedim ben. Yalnız buranın huzurunu bozacak, gelen misafirlere saygısızlık edecek olursanız size kapıyı gösteririm… Onlar gelip gitmeğe başladılar. Tanımaktan gurur duyduğum bu kardeşlerim başarılı bir şekilde okullarını bitirdiler…
Böyle binlerce kızımız okullarını bitiriyor, denecek. Benim esas anlatmak istediğim bu kardeşlerimin fedakârlıklarıdır. 1966 yılı. Ülkü Ocakları fakültelerde kuruldu, bunların bir birlik haline gelmesi gerekiyor. Trabzon-Vakfıkebir’li Osman Bahadır’ı başkan olmağa razı ettik. Geniş bir yelpaze olsun diye on bir kişilik bir yönetim kurulu kurmak istiyoruz. Ülkü Ocağı İstanbul Şubesi adresi de bizim yayınevi. Yönetimde kızların da olmasını istiyoruz. Çok kişiye teklif etmişler, kabul ettirememişler. Bana ne yapalım diye sordular. Sevim ve Ayten’e teklif ettim. Tereddüt etmeden kabul ettiler. İkisi de hukukta okuyorlardı ve riskleri biliyorlardı. Bugün bunları yazmak ve söylemek kolay. O günlerde her gün bölücü komünistlerin bir ülkücüyü şehit ettiklerini düşününce, iki kız çocuğunun bu yükü sırtlaması gerçekten kahramanlıktı.
Sevim Özer, Malatya’lı geniş ve tanınmış bir ailenin ferdi idi. Amcası Hamdi Özer Malatya senatörü ( O zamanlar senato vardı)pek çok kitabı olan çok geniş kültürlü bir milliyetçi, babası ise Battal bey, müthiş olgun, çevresinin saygı duyduğu bir beyefendi idi. Bütün aile ile tanıştım ve ailemle de tanıştırdım. Sevim Özer ile halâ görüşüyoruz, iki güzel kızı Pınar ve Derya bana dayı derler…
Gene hukukta okuyan Mebrure’nin bir olayını anlatmak istiyorum. Kendisi hem okuyor, hem de Malatya Öğrenci Yurdunun, galiba müdireliğini yapıyordu. Bir gün sinirli bir şekilde yayınevine geldi ve: “Ağabey, bana birkaç tane Hilâl içinde bozkurt olan bayraklardan ver. Benim odanın duvarına asmıştım, komünist bölücüler yırtmışlar. Onların duvarlarında erkek resimleri vardı. Bıçakla hepsini parçaladım. “ dedi. Ben bayrakları verdim, kendisine dikkat etmesini söyledim. “ Sen merak etme ağabey, dedi, onlar bana bir şey yapamazlar. “ Mebrure şimdi gene hukukçu olan ve benim çok sevdiğim eşi Muzaffer ile Konya’da avukatlık yapıyor. Çocukları da kendileri gibi hukukçu.
Ayten okulunu bitirip avukatlığa başladı. Bizim kurduğumuz Türk Gençlik Vakfı ve ona gelir getirmesi için kurduğumuz bir kooperatif ve iki anonim şirketin avukatlığını bir menfaat beklemeden aldı.
Sevinç Mine Öge’yi yıllardan sonra gördüm. Bize, Sevim ‘le ziyarete gelmişti. Sanki hiç uzaklaşmamışız gibi gene aynı içtenlikle saatlerce sohbet ettik.
Çalışmalarını hiç unutamadığım bu ülkücü kızlar hiçbir toplantıyı, hiçbir yürüyüşü, semineri aksatmadan yıllarca takip ettiler. Bugün de aynı heyecanla Türk-İslâm Ülküsü’ ne hizmet ediyorlar. Kendilerinden önceki kahraman ablalarının yerlerini eksiksiz dolduruyorlar. Yolları ve bahtları açık olsun.
TÜRK BASININDAN BİR YAZAR:
RIZA ZELYUT
Soğuk savaş, İkinci Dünya Savaşı sonundan (1945) 1990’lara kadar süren bir dönemin adıdır.
Bu dönemde dünya iki kutba ayrılmıştı. Kapitalist dünyanın başını ABGD çekiyordu. Bunun askeri örgütü NATO idi.
O dönemde sosyalist dünyanın lideri ise Sovyetler Birliği idi ve merkezi de Rusya tarafından temsil ediliyordu. Varşova Paktı çevresinde bir askerî güç oluşturmuştu.
İşte bu iki büyük güç, dünyaya daha fazla egemen olmak için yarıştaydı. Bunun için askerî çatışma yolunu (sıcak savaş) değil de, propaganda yolunu seçtiler. Bu psikolojik savaşa “soğuk savaş” adı verildi.
Bunun Türkiye ile ne ilgisi var, demeyin.
Ülkeye egemen olmak için AKP iktidarı şimdi “soğuk savaş” tekniğini kullanıyor.
Kamuoyunu; eskiden olduğu gibi sahte tehlikeler yaratarak değil de, sahte iyimserlikler yaratarak yönlendiriyor.
Bu yalan rüzgârının sürdürülmesi için soğuk savaş uzmanlarına ihtiyaç var. Bugün bütün televizyonlar; böyle özel bir görev üstlenmiş sözde akademisyenlere, sözde araştırmacılara açık. Bunlar; iktidarın işine gelen ne varsa; onu halkın istediğini söyleyerek halkı kandırmağa uğraşıyorlar.
MHP Lideri Devler Bahçeli dün, bunlara “İmralı Mızıkacıları” adını taktı. ‘Bremen Mızıkacıları’na gönderme yaparak.
Son zamanlarda bu soğuk savaş görevini en heyecanlı biçimde yürüten birisi de Tarhan Erdem.
Bir bilen edasıyla konuşan Bay Tarhan, bu milletin terör elebaşısı Öcalan’ın TBMM’ye seçilmesini bile kabul edeceğini söyleyebiliyor.
Ve Türk milleti ile açık açık alay ediyor.
Milleti aptal yerine koyuyor.
İmralı mızıkası çalarak…
REFERANDUMA GÖTÜRÜN
Her iki cümlesinde bir AKP iktidarını öven Bay Tarhan ve benzerlerine sesleniyorum:
Hadi, gücünüz yetiyorsa, şu açılımı referanduma götürün de göreyim sizi.
Hadi, her işte ‘Milletin dediği olur!’ diyen zevat; getirin bu açılımı milletin önüne koyun.
‘Halkın yüzde 95’i açılımı destekliyor!’ diyorsunuz.
Madem ki öyle, yapın şu referandumu…
Hadi yapın da alın boyunuzun ölçüsünü.
Öcalan’ı neredeyse aziz ilân eden bu İmralı Mızıkacıları(…) ellerinden gelse şehitlerimizi özel yetkili mahkemelere verip mahkûm ettirecekler.
Bu rezalet karşısında tek duyarlı parti olan MHP kaldı. MHP’nin sorumluluğu giderek artıyor.
Umarım ki gerçek milliyetçiler artık burada birleşmenin ne kadar kaçınılmaz bir görev olduğunu görürler.
(Güneş gazetesi)
Not: İnternetten yazarın hayat hikâyesini öğrenebilirsiniz.