5. Bölüm
Bizim anladığımız anlamıyla ülkücülük vatanı ve bilhassa da milleti sevmek
demekti. Bunun karşılığında ve tabii sonucu olarak da,Türk Milleti de bizi sevmeliydi doğru olan da buydu. Ama siz haraç alıp vermeyeni de döverseniz millet sizi sevmez sadece sizden korkar ve bunun sonucu da bütün nefretleri üzerinize çekersiniz.
Bizim bildiğimiz ülkücülük bu değildi.
Zaten o ortamın bitişiyle beraber onlarla aramızdaki bağlar da koptu. Kaçınılmaz olan da buydu aslında.
12 eylül den sonra hapiste uzun süre yatarak tahliye olanlardan bazı ülküdaşlarımız da mecburen bunların arasına katılmak zorunda kaldılar.
Hapisten yeni çıkmışlar ve mahkum damgasını yemişlerdi zaten,savcılıklardan da iyi hal kağıdı alamıyorlardı ve bu damga altındaki kimse iş bulamıyordu. Bu delikanlılar zaten yoksul ailelerin çocuklarıydılar . Bir de cezaevlerinin suçlu yetiştiren yapısı da eklenince yapacak hiçbir şey de kalmıyordu.
Şimdi “ülkücü mafya” denen gruplar işte o ortamlarda ortaya çıktılar yani o zamanın ürünleridir.
Siyasi cinayetler günlük adi vakalar sayılmaya başlamıştı,her gün beş on kişinin ölümüne olağan gözüyle bakılıyordu. Zamanla bu sayı günde 15 – 20 kişinin öldürülmesine kadar çıkacaktı. Katiller ise asla bulunamıyor ve olaylar faili meçhuller dosyalarına ekleniyordu.
Yani ölenler öldüğüyle kalıyordu.
Adalet de sanki rafa kalkmıştı. Adaletin kalmadığı ortamlarda kaçınılmaz sonucun herkesin kendi adaletini sağlaması olduğunu daha önceki bölümlerde anlatmıştım.
İstanbul’dan örnek vermek gerekirse teşkilatımızın il başkanlarından Recep Haşatlı ve İlhan Egemen Darendelioğlu ile il yöneticilerimizden gazeteci İsmail Gerçeksöz kahpece vurulmuşlardı. Eyüp ilçe başkanımız Ali Rıza Altınok eşi ve kızı ile beraber evinde kanepeye oturtularak kafalarına sıkılan kurşunlarla öldürülmüştü. Bakırköy ilçe başkanımız Mehmet Başak caddede yürürken eşinin yanında katledilmiş,
Şişli ilçe başkanımız Yusuf Bahri Genç de dükkanı havaya uçurularak şehit edilmişti.
Bir de Zeytinburnu teşkilatımız vardı ,bu ilçede de MHP ilçe başkanı olanların neredeyse tamamı katledilmişti.
Bu satırlarda bir ülküdaşımızı da anmadan geçmeyeceğim.
O kişi Celal Adan’dı
Celal kardeşim de hangi ilçede başkan katledilirse yerine müteşebbis heyet ile teşkilatı yeniden kuruyordu. Gerçek bir serdengeçtiydi Celal.
Aynen İstanbul’da olduğu gibi Türkiye’nin her yerinde ülkücü olmak,MHP li olmak ölümü göze almak demekti. Hepimiz de ölmeye hazırdık ve neredeyse sıramızı bekler duruma gelmiştik.
Bunun bir de öbür yanı vardı bir yandan da kan davası bütün hızıyla sürüyordu.
Anlatmaya çalıştığım şudur ki ; Ölmeye hazır olanlar aynı zamanda öldürmeye de hazırdırlar. Olaylar bir sizden bir bizden noktasına doğru gidiyordu. Her ülkücüye karşılık bir komünist militan katlediliyordu.
Esas önemlisi kimse kimseye acımıyordu ölenler solcu ise”geberdi domuz” diyorduk. Bilmem ama herhalde onlar da bizden ölenler için aynı şeyleri düşünüyorlardı. Neticede aynı toprağın insanıydık aynı hamurdan yorulmuştuk, fikirlerimiz ters olsa da milli karakterlerimiz birbirine benzemekteydi.
Olayların birileri tarafından kışkırtılabileceğini biliyor ve hissediyorduk ama kinimiz o kadar çoktu ki adeta düşünmemizi bile engelliyordu. Aslında biz kışkırtılmaya
da hazırdık ve yanan ateşe benzin dökenler de bunu çok iyi biliyorlardı.
O anda anlayamamıştık , kitle çatışmalarına zemin hazırlanıyordu , bunu sonradan farkettik.
İlk büyük provokasyon Malatya belediye başkanı Hamit Fendoğlu’nun bombalı paketle ve iki torunu ve kızı ile beraber paramparça edilmesiydi.
Hamit Fendoğlu Malatya belediye başkanlığına bağımsız olarak seçilmişti ve bütün sağ partilerin seçmenleri ona oylarını vermişlerdi. Rahmetli’nin lakabı da Hamido idi.
Katliamdan sonra Malatya ayağa kalktı mukabil saldırılar da oldu. Ama onu kimin katlettiği veya başka bir deyişle o bombayı hazırlayan ve patlatanların kim oldukları hala öğrenilemedi. 12 eylül öncesi siyasi cinayetlerinin çoğu da aynı böyle faili meçhul kaldılar. Ama işlemediği suçtan içerde yatıp, cinayetler işkence ile üzerine yıkılanlar da vardı arada.
Siyasi cinayetlerin bazıları da bir sağ bir sol şeklinde oluyordu. O zamanlar biz bunların aynı mihraklar tarafından işlenmiş olabileceğini bilmiyorduk. Bilsek de acaba inanırmıydık. Bunca yıldan sonra bu soruyu defalarca sordum kendime ve şu cevaba vardım.
Asla inanmazdık herhalde.
Artık Türkiye yangın yeri gibiydi . Bizler ölmeye hazırdık ama Türk Milleti de olay istemiyordu ve istememekte de yerden göğe kadar haklıydı. Biz birbirimizle dövüşürken vatandaşlarımız da “Biri gelse de bu kavgayı bitirse”diyordu. Aslında halk askeri darbeye destek vermeye de hazırdı.
Her gün ateş çemberi arasında yaşamayı ve ölümün nereden geleceğini beklemeyi kim ister ki?
Mahalleler kurtarılmış bölgelere dönüşmüştü,bizim hakim olduğumuz mahallelere solcular giremiyordu, onların hakim oldukları mahalleler de bizim yanına bile sokulamadığımız yerlerdi.
Mahallelerde sabahlara kadar nöbet tutuluyordu. Yanlışlıkla yolunu şaşıranlar veya karşı taraftan zannedilenler ise en hafifinden dayak yiyor bazen de kurşunlara muhatap oluyordu.
Buna yaşamak denirse işte böyle yaşanıyordu kurtarılmış bölgelerde. Ankara Bahçelievler’de yedi Tip’li öğrenci ve İstanbul Ümraniye’de 5 ülkücü işçi böyle katledilmişti. İnsani duygular neredeyse tamamen körelmişti.
Bunun bir sonraki aşamasının kitle çatışmaları ve siyasi suikastler olduğunun da farkında değildik.
Bu bölümlerde birkaç kere demiştim ya ;
“Ol mahiler ki derya içre deryayı bilmezler”.
Biz de denizin içinde olup da denizi bilmeyen balıklar gibiydik. Bazı şeyler dışardan bakabilen gözler tarafından daha iyi görünüyordu.
Memleketimizin yöneticileri ise gafletin bile ötesindeydiler.