Mehmet SAYIN
Bugünün nesillerileri soğuk savaş ortamını anlamakta zorluk çekebilirler onun için de ortamı biraz anlatmamız gerekmektedir.
1945 Şubatında Kırım’ın Yalta kentinde Stalin, Roosvelt ve Churcill toplanarak bir anlaşmaya vardılar.
Bu anlaşmayla Amerika, Sovyetler ve İngiltere arasındaki nüfuz sahalarının sınırları çizildi.
Amerika ile İngiltere güçlerini birleştirerek Nato’yu kurdular. Sovyetler de kendi müttefikleri ile beraber Varşova Paktı’nı kurdular. Ama Varşova Paktı ülkeleri zaten Sovyet işgali altındaydılar. Daha sonra Sovyetler’e Macaristan ve Çekoslovakya’da başkaldıranlar ise Sovyet tankları tarafından ezildiler.
Ama anlaşma çok sürmeden soğuk savaşa dönüverdi.
Stalin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istedi ayrıca boğazlardan da üs talebinde bulundu.
Türkiye bu talepleri hemen reddetti ve Nato ya üyelik başvurusu yaptı ve kabul edildi. Artık resmen soğuk savaşın cephe devletlerindendik. Cephenin de en önünde biz vardık çünkü Sovyetler bizim sınırımızın öte yanındaydılar.
Soğuk savaş Kore’de sıcak savaşa döndü,biz o savaşta da vardık. Askerlerimiz Amerika’nın yanında Kuzey Koreliler ve müttefikleri Çinlilerle savaştılar. Kore savaşında Amerikan ordusunun mağlup olmasını önleyen de bizim askerlerimizdi.
İki kere de savaşın eşiğinden dönüldü,bunlar Rusların Berlin ablukası ve Küba da konuşlanan Sovyet füzeleriydi.
Amerikalılar Berlin ablukasına hava koridoru ile cevap vererek ablukayı kırdılar. Bu ablukayı kırmak için abatı Berlin’in her türlü ihtiyaç maddesi Amerikan uçakları ile Berlindeki Tempelhoff ve Tegel havaalanları üzerinden taşındı.
Bu hava koridoru o tarihe kadar görülmemiş bir başarı oldu ve Sovyet ablukası kırıldı. O zamanın iki milyonluk Berlin şehrinin gıdadan kömüre,giyecekten inşaat malzemesine kadar her ihtiyacı Amerikan uçaklarınca kurulan hava koridoru üzerinden taşındı. Isınma ihtiyacının bir bölümünü sağlamak için Berlin civarındaki ormanlardan yakıt ihtiyacı karşılandı. Belin ablukasını kıran esas güç de Berlin halkının direnciydi.
Bir müddet sonra da anlaşma yapılarak Berlin e Doğu Almanya üzerinden bir koridor açıldı. Berlin o zaman Doğu Alman topraklarının tam ortasındaydı. Sovyet tarafının kırılan ablukasına karşı bulabildiği tek çare de Berlin ‘in ortasına duvar örmek oldu.
Bu duvar “utanç duvarı” olarak adlandırıldı ve Alman halkını ikiye böldü. Duvar sadece Doğu ve Batı Berlin arasında değildi. Sembolik olarak Avrupa kıtasını ikiye bölmüştü.
İkinci kriz de Küba krizi idi bu kriz de Sovyet füzelerinin Küba’ya konuşlanması ile çıkmıştı.
Bu kriz daha da derindi ve dünyayı nükleer savaşın eşiğine getirdi.
Amerikanın baskısıyla füzelerin sökülmesinden sonra ise kriz sona erdi ve nükleer savaş tehlikesi de ortadan kalktı.
Soğuk savaş ortamı aslında tam bir sinir harbiydi.
Bu harbin silahları propaganda, dezenformasyon, yandaş gruplar vasıtasıyla rakip ülkelerde isyanlar çıkartma gibi metodlardı.
Soğuk savaş uzun yıllar sürdü. Sıcak çatışmaya dönüşmemesinin sebebi de iki taraf arasında güç dengesinin oluşmasıydı.
Aslında bir sebebi daha vardı o da çıkabilecek bir nükleer savaşın etkisiyle dünyada insanlığın sonunun gelebileceğiydi. Yani nükleer savaşın galibi olamazdı. Bu savaşta herkesin mağlup olması kaçınılmazdı. Zira nükleer silahlar dünyayı yok edebilecek kadar çok sayıdaydı.
Yukarda yazdığım gizli servisler de soğuk savaşın neferleriydiler. Zaman zaman onlardan da yakalananlar oluyordu.
Amerikan casus uçağı U-2 ler Sovyet toprakları üzerinde keşif faaliyeti yapıyorlardı.1960 yılında bunlardan biri Sovyetler tarafından düşürüldü ve pilotu sağ ele geçirildi. Uçak İncirlik ‘den havalanmıştı.
Bundan birkaç yıl sonra da KGB ajanı Rudolf İvanoviç Abel New York da yakalandı. Amerika’da Amerikalı kimliğiyle uzun yıllardır faaliyet gösterip de
yakalanmayan çok yetenekli bir ajandı Abel’de. Sovyetler onun KGB ajanı olduğunu yıllarca kabul etmediler .Ama sonunda Abel ile U-2 nin Amerikalı pilotunu değiş tokuş yapmaya razı oldular.
Ama Sovyet casuslarının en önemlisi bir İngiliz’di “Kim Philby”
Dünyada karşı casusluk için verilen ilk örnek Philby’ ydi.
O da iki taraflı çalışan bir ajandı.
İngiliz ajanı görünüyordu ve KGB için çalışıyordu. Burgess ve McLain isimli iki arkadaşı daha vardı. Bu üçlü İngiltere’nin sırlarını yıllar boyunca Sovyetlere aktarmışlardı. Aslında vatan hainleriydiler ama uluslar arası Komünizme inandıkları için vatan saydıkları yer bütün dünyaydı ve kendilerini vatan haini olarak kabul etmiyorlardı. Tıpkı bizim Türkiyeli Komünistler gibiydiler.
Kim Philby faaliyetine uzun yıllar deşifre olmadan devam etmişti . Ama diğer ikili ajanlardan bir farkı vardı,Kim Philby’ nin . Bu işi para için yapmıyordu, üniversite öğrenciliğinden beri İngiliz komünist partisinin gizli üyesi ve inanmış bir komünistti.
Sonunda yakalanacağını anlayınca Sovyetlere kaçtı ve orada da öldü. Zengin bir İngiliz ailesinden geliyordu.
Bugünün çocuklarıma garip geliyor ve anlamakta zorluk çekiyorlar ama soğuk savaş ortamında inanmış komünistler kendi devletlerinden çok Sovyetler birliğine,veya
Mao’nun Çin’ine inanıyorlardı. Yani Türkiyemizde de Kim Philby lerin örnekleri vardı ve sayıları da az değildi.
Gönüllü yandaşlar;
Onlar gizli servislerin gerçek güçleriydiler. Kendileri “Anti Emperyalizmin kalesi” sandıkları Sovyet İmparatorluğunun taraftarlarıydılar ve aynı zamanda hizmetleri! de gayet ucuza mal oluyordu. Kandırılmalarına gerek yoktu,zaten bilerek ve isteyerek kanmışlardı ve aynı zamanda onlara inanıyorlardı da.
Siyasi kan davasını anlatırken ileri bölümlerde açık örneklerini de vereceğim, genellikle olaylarda her iki tarafa ayrı ayrı zarar verilerek birbirine karşı kışkırtılıyordu.
Burada şunu da belirtmem gerekiyor ki,bizler de zaman içinde gelen olaylardan ve yaşadığımız acılardan dolayı zaten kışkırtılmaya hazırdık.
Soğuk savaşın her iki tarafı da diğerindeki hoşnutsuzlukları açıkça kaşıyor ve
çıkan isyanları da teşvik ediyordu.
Sovyetlerin gönüllü yandaşlara sahip olmalarına karşın Amerikalıların böyle yandaşları yoktu. Onlar da bu açığı yeşil dolarlarıyla kapatıyorlardı ve Amerikan yaşam tarzını kendi propagandaları için kullanıyorlardı onların en önemli kozları da
Amerikan sinemasıydı.
Ortalık ikinci dünya savaşıyla ilgili çekilen ve Amerikan askerinin kahramanlığını! anlatan propaganda filmlerinden geçilmiyordu. Filmler o kadar şişirilmişti ki sonunda Amerikan askerine gizli bir hayranlık duyasınız geliyordu içinizden.
Her iki taraf arasında sınırsız bir silahlanma yarışı vardı ve nükleer silahlar dünyayı birkaç kere yok edebilecek bir düzeye gelmişti sanki. Tabii bir noktadan sonra da silahlanma bir denge noktasına geldi. Aslında her iki taraf da birbirinden korkuyordu. O yılların Türkiye’sinde gayri nizami harbe hazırlanan devletin gizli kurumları da vardı. Kontr-gerilla da denilen (Seferberlik tetkik kurulu) bu kuruluşlardan biriydi ve görevi de Türkiye’de olabilecek bir Sovyet işgaline karşı Milli direnişi teşkilatlandırmaktı.. Bu örgüt aynı zamanda ülke içi istihbarat alanında da faaliyet gösteriyordu. Bu amaçla ülkedeki Sovyet taraftarlarını takip altına almaktaydı bunun potansiyel gücü de komünistler arasındaydı.
Yani devletin ülkedeki komünistlere bakışı da onların çoğunluğunu potansiyel Sovyet taraftarı olarak görmekti. Aslında bu bakış açısının pek de haksız olduğunu söyleyemeyiz.
Zaman içerisinde ve soğuk savaşın bitiminden sonra bu teşkilatlanmalara son verildi. Ama bunlardan bazıları zamanla mafyalaştılar.
“Siyasi kan davası” bölümünün ilk sayfalarında örgütler-gizli servisler-ve soğuk savaş ortamı ile ilgili bilgiler verdim.
Bu bilgileri vermemin sebebi aradan geçen otuz yılda şartların fazlasıyla değişmiş olmasıdır. Şartlar öylesine değişmiştir ki ,yeni nesiller anlattıklarımızı anlamakta zorluk çekmekte ve inanamamaktadırlar.
O yılların ortamını anlatırken o ortama etki eden değişkenlerden bahsetmemek olmazdı tabii ki.
Bugünün düşünce sistematiği içerisinde de o günleri anlamak da şüphesiz imkansızdı.
O ortama etki eden gizli servisler de asıl bilinmesi gerekenlerdir.
Bilinmelerinin bugüne de faydası vardır, o fayda da aradan geçen otuz yıldan sonra bir daha aynı oyuna gelmemektir. Türk milletinin bir ferdi olarak aynı oyuna iki kere gelmememiz gerektiğini de düşünmekteyim.
Kan davası;
Dünyanın hemen hemen her tarafında olan ve bizim coğrafyamızda da bazı bölge ve devletlerde son derece etkili olan bir gelenektir.
Esas hareket noktası ,kısasa kısas
Cana can
Başa baş,
Göze göz,
Dişe diş olan ve intikam temelli bir gelenektir ve kendi adaletini hukukun dışında kendi kendine sağlayan bir gelenektir.
Buna siyasi elbise giydirdiğiniz zaman da bunun adı”tabii ki bence” siyasi kan davası olmaktadır. Temel düşünce cinayetin intikamının başka bir cinayetle alınmasıdır.
İstanbul’da Gülhane parkının hemen karşısında Adli Tıp Kurumu vardı. Daha
doğrusu otuz yıl önce oradaydı.
Her ülküdaşımız öldürüldüğünde adli tıbbın önünde cenazeyi almak için toplanırdık. Ardından da sloganlar patlardı.
—Kana kan İntikam .
—Kanımız aksa da zafer İslam’ın
—Milliyetçi Türkiye
—Kahrolsun Komünistler
—Şehitler Ölmez
İntikam duygusu sloganlara da işlemişti .Zaten o günlerde başkası da düşünülemezdi. Hemen herkes inandığı dava uğruna ölmeye hazırdı. Bir bakıma ölüm yüceltilmekteydi.
Yalnız biz değildik ölmeye hazır olanlar,karşımızdakiler de kendi inandıkları idealler için ölmeye hazırdılar. Şimdiki nesiller de tuttukları takıma canlarını feda ettiklerini iddia ediyorlar maç sloganlarında ölüm var maçlarda “ölmeye geldik” diye bağırıyorlar ama bence asla samimi değiller.
Dünkü ve bu günkü neslin birbiri ile karşılaştırmasını da son bölümde yapacağım.
Ölümler arttıkça kin de artıyordu ve buna paralel olarak intikam duygusu da.
İnsanlardan böyle ortamlarda sağlıklı düşünmelerini bekleyemezsiniz. Acıma sevgi ve merhamet gibi insani duygular da intikam duygusunun baskın gelmesi sonucunda ikinci plana itilmekteydi.
Bir anlamda insanlıktan çıkıyordunuz yani.
Her insanın tahrik altında birini vurma noktasına gelebileceğini ve hatta vurabileceğini daha önceki bölümlerde anlatmıştım.
Ama bir de şiddet kullanmaktan zevk alanlar vardır.
Onlar da sadistler ve psikopatlardır. Herhalde bu iki türden daha başka sapık türler de vardır ama bunlar şu anda ilk aklıma gelenlerdir.
Sadistleri ve onların yaptıkları işkenceleri bir sonraki bölümde anlatacağım. Ama normal bir insan da içinde bulunduğu şartların etkisiyle sadist ve psikopat olabilir miydi acaba. Bilmem ama herhalde herkes bazen veya bazı şartlarda Frankenştayn’a dönüşebilir. En azından ben böyle olabileceğini düşünüyorum.
Böyle zamanlarda olaylar rahatlıkla kuvveden fiile dönüşebilir. Zaten ölmeye
hazırsanız kin ve intikam duyguları ile yanıp kavruluyorsanız her an her şeyi yapabilecek bir potansiyeliniz var demektir. Bu aynı zamanda öldürmeye de hazır olabileceğiniz anlamına da gelmektedir.
Olaylar tam da böyle oldu.
Yıllar sonra vicdan muhasebesi yaptığınızda keşke olmasaydı dediklerinizin
çokluğu karşısında şaşırmaz mısınız. Başkalarını bilmem ama benim keşke olmasaydı dediğim çok şey vardı.
Yakın arkadaşlarının cenazelerini sırtınızda taşımanın ne demek olduğunu bazılarınız bilirsiniz şüphesiz. Ama bu arkadaşlarınız katledilerek öldüyse intikam duygularınız da had safhada demektir.
Bu ortamda şayet ilk tepkiniz”en hafifinden” sokakta rasladığınız hasmınızı dövmek olacaktır. Hasmınızı bulamazsanız onun gibi düşünen başkaları hedefiniz olacaktır.
İyi ama o cinayetin faili acaba o muydu?
Birinin işlediği suçun cezasını başkasına kesmek doğru muydu?
En önemlisi cezayı kesecek siz miydiniz ?
Bu soruların hiç birinin cevapları evet değildir ama o anda sizde bunu düşünebilecek basiret yoktur ,yani basiretiniz öfkenize mağlup olmuştur.
Ben de zaman zaman bu duygulara kapıldım elbette,Yusuf İmamoğlu ağabeyimin acısını İstanbul sokaklarında dolaşan komünistlerden de çıkardım, bunu da geçen satırlarımda yazmıştım zaten. Ama kimseyi de vurmadım. Bunu yazarken açık yüreklilikle belirteyim aslında vurabilecek durumlara geldim ama “”hasbelkader”
böyle bir eylemin içinde olmadım.
Onu da geçen bölümlerde belirtmiştim.
Yukarda sadistler ve psikopatlardan bahsetmiştim.
Bu psikolojik bozukluklara sahip insanlar cinayetten ve şiddetten zevk alırlar bunu da yazmıştım.
Bunlar şiddet ortamında kıymete binerler zira şiddet ortamının vazgeçilmezi dövüşmektir. En iyi dövüşenler de bunlardır.
12 eylül öncesi kavga ortamında böyle insanlar her iki tarafta da mevcuttular ve iyi dövüşüp de cesaretli de oldukları için bunlar revaçtaydılar. Halbuki “Tıpkı şimdi olması gerektiği gibi” en kıymetli insanlar en iyi düşünenler ve fikir üretebilenler olmalıydı. O günün ortamında ise fikirleri üretilmesi bir yana mevcut fikirlerin söylenebilmesi bile cesaret ve yürek getiriyordu ayrıca güç ile desteklenmeyen fikrin de hiçbir önemi yoktu. İnsanlar sadece okudukları gazeteden veya bıyıklarının şeklinden veya saçlarının,favorilerinin şeklinden bile saldırıya uğruyorlardı. Belanın nereden geleceğiniyse asla anlayamazdınız.
Silahlı çatışmalara ve kavgalarda yakalanan arkadaşlarımız zamanla hapishanelerle de tanıştılar. Biz içeri girenlerden olmadık ama hapisteki arkadaşlarımız zindanlarda yatarken onları parasız bırakmamak için teşkilatlarımızı faaliyete
geçirmiştik. Hapisteki ülküdaşlarımıza her türlü yardımı yapıyorduk.
Zindanlarda yatmak kolay şey değildi dört duvara alışmak da öyle.
Hapishanelere zindana atılan Hz. Yusuf dan dolayı “Yusufiye” veya “taş medrese diyorduk.
Hapishanelerden de yukarda yazdığım bazıları gibi camiamıza iltihaklar oluyordu. Psikopatların ve sadistlerin en çok bulunduğu yerler de oraları değil miydi.
Arada hırsızlar da geliyordu onlarla beraber zaten eylemlerde kullanmak için araba da lazımdı. Ortam buralara kadar gelmişti. Hırsız ve psikopatlarla ülkücüler nasıl yan yana gelebilirdi? Bunlar birbirine taban tabana zıt özellikler değil miydiler?.
Evet öyleydiler tabii ki.
Ama bunu aradan geçen otuz yıldan sonra idrak etmekteyiz, o günün şartları içerisinde bu sorgulamayı yapamıyordunuz ki. Bir başka deyişle bunu sorgulayabileceğimiz bir ortam bulunsaydı zaten bu kadar olay olmazdı.
Bunları anlatıp anlatmamakta çok tereddüt ettim ama anlatmamın sebebi üzerimize yapışan “ülkücü mafya” damgasının temellerinde nelerin olduğunu bilmeyenlere izah etmekti.
Düşünce iklimini ve fikir üretmeyi düşünemiyorduk bile.”Adım Hıdır bildiğim budur” misali tek bildiğimiz intikam ateşiyle yanmaktı.
Şimdi bazılarınız diyeceksiniz “bu toplumsal cinnet değilmidir?”
Evet aynen öyledir.
Yukarda yazdığım kişiler de ülkücü olmuşlardı ama insanlara eziyet de yapıyorlardı çarşılardan pazarlardan esnaflardan haraç da alıyorlardı. Haraç
vermeyenleri de tabii ki dayakla cezalandırıyorlardı. Ve bunları hep bizim adımıza yapıyorlardı. Bizim aramızda oldukları için bunların lekeleri de bizim üzerimize yapışıyordu.