Silah kaçakçılığına ve onun finansman kaynaklarına birazdan değineceğim. Dün olanların analizini doğru yaparsak bugün olanları daha kolaylıkla anlayabiliriz.
Anadoluda hak iddialarından hiçbir zaman vazgeçmeyen ve bütün bu iddialarını”Megalo İdea” ya geçiren Yunanistan o yıllarda kendi yaşadığı sorunlardan dolayı bizimle pek de uğraşamıyordu. Zira onlar da o yıllarda kendi başlarına bela olan cuntalarının zulmü altında inim inim inliyorlardı. Bizimle uğraşabilecek halleri yoktu. Cunta devrildikten sonra da kendi siyasal çekişmelerindeydiler onun için o yıllarda bizimle ilgilenememişlerdi. Bunda Kıbrıs da uğradıkları yenilginin de etkisi vardı şüphesiz.
Bunun için burada onları anlatma gereğini duymadım.
Ancak Yunan cuntası eliyle Kıbrıs da ihtilal yaparak Makarios ‘u devirip Nikos Sampson u getirirken ortadaydılar ve zaten peşinden gelen “Kıbrıs çıkartması” da yunan cuntasının da sonu oldu.
Bütün bu gizli servisler Türkiyede faaliyet gösterdiler ve hala da göstermekteler Savak’ın adının Savama olmasının ve yaşanan rejim değişikliklerinin
bu faaliyetleri engellediğini düşünmüyorum. Defalarca söyledim yine söyleyeceğim, rejimlerin değişmesi devletlerin de değişmesi anlamına gelmemektedir. Bu itibarla milli menfaatler de değişmemektedir. Üzerlerindeki elbiseleri değiştirseler bile o elbiselerin içindekiler aynı kişilerdir.
Sovyet rejimi ile Rusya Federasyonunun milli menfaatleri açısından farklı olmadıkları gibi,İran İslam Cumhuriyeti ile Şah rejimi de milli menfaatleri açısından aynıdırlar.
Gizli servislerin faaliyetleri arasında açık veya gizli destekçileri aracılığı ile dezenformasyon, yönlendirme kışkırtma ,silahlandırma gibi faaliyetler ile ajitasyon ve povakasyon eylemlerini de sayabiliriz.
Ama en ilginci aynı anda her iki tarafı da kışkırtıcı eylemlerle birbirine çatıştırmaktı. Aynı ajanlar her iki taraftan birer kişiyi katlediyor ve birbirlerine girmelerini sağlıyorlardı. Her iki tarafın arasına yerleştirdikleri ajanları veya satın aldıkları kişiler de bu eyleme tahrikçilik yaparak katkıda bulunuyorlardı.
İlişkiler ağı o kadar karmaşıktı ki, bizim veya solun içine giren provokatörler
meydana çıkarıldıklarında polis veya Mit zannediliyorlardı ama değillerdi ve kimin nesi oldukları da asla anlaşılamıyordu. Yani takkeler düştüğü zaman keller görünmüyordu o takkenin altında başka takkeler de vardı.(Bu benim kanaatimdir ,muhtemelen en alttaki takke de kippa idi)
Zamanla biz de bunları tanıma konusunda tecrübe kazandık. Teşkilatlarımıza gelip vuralım kıralım diyenleri hemen tanıyorduk. Bazıları çok acemiydiler. Ama Hicabi Koçyiğit ve Al Yurtaslan gibileri asla tanıyamıyordunuz.
Bu iki şahıs sözde Maocular tarafından içimize sokulmuştu ama onlardan da değillerdi veya ülkücü olup da taraf değiştirmiş de değillerdi. Bence yukarda yazdığım servisler tarafından maniple edilmiş olabilirlerdi ama bunu asla tesbit edemiyordunuz.
Velhasıl kelam ilişkiler ağı tam Arap saçıydı.
Böyleleri hem kışkırtıcılık yapıyor hem de teşkilatlarımızı deşifre ediyorlardı. Ayrıca kendilerinin kışkırtıp da yaptığı olaylar teşkilatımıza mal ediliyordu.
Silah kaçakçılıkları ise çok büyük boyutlardaydı.
Piyasası yani talebi olan bir malın arzının olmaması da düşünülemezdi tabii.
önemli olan da bu malları piyasaya arz edenlerin kimler olduğuydu.
70 li yılların Bugaristan’ı Sovyetlerin peyk devletlerinden biriydi ve Türkiye’ye
giren silahın büyük çoğunluğu Bulgaristan kanalıyla ,karadan ve denizden sokulmuştu.
Bunu yapan Türk aracıların isimleri ile Bulgaristan’da bu iş için üs olarak kullanılan otelin adı bile belliydi.
Varna’da Vitoşa oteliydi burası.
Yanılmıyorsam 1978 yılıydı.
Çok satan gazetelerimizden birinde bir haber çıktı ;
“Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye büyük çapta silah kaçakçılığı yapılıyor”. Bu
haber o gazetede bir kere yayınlandıktan sonra bir daha yayınlanmadı. Sırra kadem basmıştı sanki.
Ama o haberden sonra silahlı çatışmalar daha da arttı yani haberin kokusu sokaklardan çıkıyordu gizlenecek gibi değildi. Aslında o dönemde her şey ortadaymış ama bizler bazı şeyleri göremiyormuşuz demek geliyor içimden. Ama aradan otuz yıl geçtikten sonra diyebiliyorum bunu.
Artık silahların arasında ağır silahlar da vardı Bunların en ağırları solun Kahramanmaraş olaylarında kullandığı ağır makineli tüfeklerdi. Hatta onları “Hatırla Sevgili” dizisinde bile gösterdiler.
Her neyse konumuz sanal diziler değil gerçeklerdir. Artık Kalaşnikof’lar da sokaklarda üzerimize ölüm kusuyorlardı.
Ayrıca yurdumuzdaki değişik limanlardan da kaçak silahlar tırlarla değişik illerimize sevkediliyordu.
Bulgaristan gibi Suriye’de bu konuda baş rollerdeydi.
Silah kaçakçılığının geliriyle uyuşturucu ticareti de yapılıyordu ve her ikisi de birbirini finanse ediyordu. Yani kara para trafiği ile muazzam bir finansman kaynağı oluşturulmuştu. Bu para neredeyse bir ülkenin bütçesi olabilecek kadar büyüklüğe ulaşmıştı.
Sonuçta paraydı bu kara da olsa ak da olsa paranın dini imanı veya milliyeti yoktu. Oluk oluk kan da silah tüccarlarının ve arkalarındaki devletlerin umrunda bile değildi onlar para kazandıkça ellerini oğuşturuyorlardı ne de olsa “saygın iş adamları”muamelesi görüyorlardı kendileri.
Silahları da bazı istisnalar dışında bedava da dağıtmıyorlardı.
Yani Türk insanı kendi parasıyla birbirini öldürüyordu. En hazin olanı da buydu.
Bir defa şunun adını koyalım. Bu siyasi kan davasıydı ama aynı zamanda bir kör dövüşüydü de . Ve kör dövüşlerinin kazananı da asla olmazdı. Bizler bunu da göremiyorduk.
Sonunda biz de yıllar sonra oynana oyunu farkettik.
Bulgaristan ve Suriye üzerinden yapılan silah kaçakçılıkları kesinlikle bu iki devletin kontrolü altındaydı. Ekonomilerinin bütün kontrolünün devletin elinde olduğu ,özel sektörün ortada olmadığı ,bakkal dükkanları bile devlete ait olan sosyalist rejimlerde bunun aksi düşünülemezdi bile zaten.
Tabii ki asıl ipler de bu devletlerin de üzerinde bulunan büyük ağabeydeydi.
Büyük ağabey de Sovyetler birliğinden başkası değildi.
Silah kaçakçılığının kalan kısmının kontrolü de batılı dostlarımız! daydı.
Onlar da kaçak silahlarını parasını veren herkese veriyorlardı. Yani “Ne kadar ekmek o kadar köfte” durumları söz konusuydu.
Bütün bu merkezlerin hepsi de birbirinin siyasi karşıtı idiler ama ülkede çatışan her kesime silah satıyorlardı. Ticaret’di bunun adı.
Çelişki gibi görünen bu durumun sebebi ne olabilirdi acaba ?
Yoksa bunlar kargaşa ortamından istifade edip Türkiye’mize el koymanı hesabı
içinde mi idiler acaba ?.Veya devletimiz kontrol etmenin hesabını mı yapıyorlardı?.
Daha sonra olacakların ışığında ,ne olduğunu düşünürseniz, bulabilmeniz işten bile değildir.
12 eylül öncesi kargaşa ortamı Türkiye’deki kaçakçılara da sınıf atlatmıştır. Onlar da işlerini büyütmüşler ve faaliyet sahalarını geliştirerek dolarlarına dolarlar katmışlardır. Kara para ve kayıt dışı para o kadar büyük boyutlardaydı ki ekonomimizin çoğunu kontrol ediyordu. Karaborsa,yokluk ve kuyruklar her yerdeydi.
Bu bir yerde de yönetim zafiyetinin sonucuydu.
Ecevit ‘in CHP si yönetimdeydi.
Anarşi ortamından dolayı ekonomi neredeyse durma noktasına gelmişti. Kayıt dışı ve kara para da ekonominin çoğunu kontrol ediyordu. Can emniyetiniz de şansınıza ve şahsi becerilerinize kalmıştı.
Bunun ekonomiye yansımasının karaborsa olacağını bilmek için de ekonomist olmaya gerek yoktu tabii.
Önce sigara kayboldu piyasadan.
Sigara fabrikaları grevlerden dolayı yüzde beş kapasite ile çalışıyordu. Bu fabrikaları harekete geçirecekleri yerde yeni sigara fabrikalarının temellerini atmaktaydılar. Buna açık örnek de vereceğim , “Akhisar sigara fabrikası” devasa bir alanda kurulacaktı ama bu kadar yıldır faaliyete geçemedi.
Dış ticaret de tükendiği için akaryakıt da karaborsaya düştü. Artık petrol tankerleri uluslararası sularda bekliyor ve Türkiye’de para bulunabildiği anda mallarını peşin parayla boşaltmıyorlardı.
Yakıtımız da fahiş fiyattan ve spot piyasadandı yani.
Parasızlıktan yağ hammaddesi alınamadığı için yağ üretimi de yapılamıyordu. Evlerimizde çoğu zaman yağsız yemek pişiyordu. Bulunabilen bir şişe yağ da ancak üç misli fiyatla alınırdı. O yağ da ne kadar yetecekti ki?
Tüp zaten hak getireydi. Bir tüp gaz için saatlerce kuyruk beklenirdi.
Bir çok mal saatlerce kuyruk bekledikten sonra alınabiliyordu.
Sanki İsmet Paşa devrine ,ikinci dünya savaşı yıllarının kıtlık ortamına geri dönmüştü Türkiye’miz.
Bizim insanlarımızın İsmet İnönü’yü sevmemelerinin şuuraltında yatan ana sebep de kıtlık çekilen 40 lı yıllar değil miydi? Türk milletinin CHP ye oy vermemesinin ana sebebi o yıllar değil miydi?
Aradan 30 yıl geçtikten sonra “Umudumuz Ecevit” sloganları arasında gelinen nokta da aynen 30 yıl öncesi gibiydi.
Devlet hazinesi de tam takırdı.
Türkiyemiz Lüksemburg’dan bile bir milyon dolar para istemiş ve alamamıştı.
Yanlış duymadınız (1.000.000 )bir milyon dolardı istenen para.
Sonra aynı parayı Libya’dan da istediler.
Devlet yönetimiydi bu partizanlık yapmaya,insanları hedef gösterip ölümüne sebep olmaya benzemezdi. Hele hele romantik şairliği hiç mi hiç kaldırmazdı. Zaten kaldırmadı da.
CHP tipik particiliği ve şark kurnazlığı ile yapamadığı her şeyin sorumluluğunu muhalefete ve iş adamlarına yüklüyordu. Onların da bu durumda payları olabilir,onlar da yangına körükle gitmiş olabilirler ama onların görevi iktidara yardımcı olmak değildi ki.
Ama iktidarların görevi halkı adil yönetmekti.
Yanan ateş de zaten yangına dönüşmüştü ve her geçen gün daha da büyüyordu.
Esas sorumlusu da yöneticilerdi.
Halk da aynen böyle düşünüyordu ve Ecevit in kredisi de hızla tükeniyordu. bunun sunucunda da 1979 da yapılan ara seçim ve Senato’ nun 1/3 yenilenmesi
seçimlerinde tepetakla oluverdiler.
Faturayı birinin ödemesi gerekiyordu.
Bu halk da faturayı Ecevit’ e kesmişti .Zaten aksi düşünülemezdi de .1979 ara seçimlerinin sloganı ise Edirne de Trakya köylüsünün kendi şiveleriyle”bej,bej” diye bağırmalarıydı. Zira milletvekilliği ara seçimleri 5 milletvekilliği için yapılmaktaydı. O beş milletvekilliğinin beşini de Demirel’ in AP si alıverdi.
O dönemi açıklamak için anlatmamız gereken bir diğer şey de soğuk savaş
ortamıdır.
Devam edecek