Hani derler ya “nasıl oldu anlayamadık aniden oluverdi” diye,bir de baktık ki ortam kan davasına dönüvermiş.
Aslında pek de öyle olmamıştı, olaylar yavaş yavaş tırmanmıştı ve bizler de tırmanan olayların nerelere varabileceğinin “Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” sözünde olduğu gibi sonradan fark edebilmiştik. Yani denizin içinde olan fakat denizi bilmeyen balıklar gibiydik tıpkı.
Bu öyle bir ortamdı ki ailelerin içlerinde bile bölünmeler vardı. Arkadaşlarımızdan birinin kardeşi ,Halkın Kurtuluşu denen fraksiyonun militanıydı.
Şişli Gültepe de ülkücü gençlerin devam ettiği bir kahveyi silahlarla basmışlardı, kahveden de karşılık verildi;
Şerif Neidim isimli ülküdaşımızla göz göze silah silaha geldiler, tabancalar patladı ikisi de öldü.
Bu örneği verişimin sebebi o devirdeki en çarpıcı örneklerden biri olduğu içindir. Yani öyle bir ortamda idik ki kardeşler bile birbirine düşebiliyordu. 12 Eylül
öncesi ortama iç savaş ortamı da diyebiliriz ama “İspanya iç savaşı”nda olduğu gibi
milyonlarca insanın katledildiği ve iki ordu tarafından yapılan bir savaş görüntüsü de yoktu. Daha çok şehir gerillası taktiklerinin uygulandığı düşük yoğunluklu bir gayri nizami savaş gibiydi, bu itibarla “Siyasi kan davası” olarak adlandırmayı daha uygun buldum.
Her yanda üst düzeyde bir teşkilatlanma mevcuttu. Gençlik örgütlenmesinde bir tarafta Ülkü Ocakları diğer tarafta da bir yığın solcu militan fraksiyonu vardı.
Memurlar kendi aralarında Ülküm(Ülkücü Memurlar derneği) ve Tüm Der(Tüm memurlar birleşme ve dayanışma derneği) şeklinde bölünmüşlerdi.
Bölünme işçi sendikalarına da sirayet etmişti tabii ki DİSK’ in karşısında MİSK (Milliyetçi işçi sendikaları konfederasyonu) vardı.
Polislerdeki bölünme de Pol der ve Pol Bir şeklindeydi bunu daha önceki bölümlerde de açıklamıştım. Bu “Der” ler ile “Bir”lerin savaşı gibiydi. Sonu Der ile biten dernekler solun,sonu Bir ile bitenler de bizimdi.
En derin parçalanma ise öğretmen kuruluşlarındaydı Töb-Der in karşısında Ülkü-Bir vardı. Parçalanmanın derinliğinin sebebi de öğretmenler arasındaki bölünmenin öğrenciler arasında da bölünmeye sebep olmasıydı. Yani bölünme domino etkisiyle dalga dalga yayılmaktaydı.
Kutuplaşma o kadar derindi ki ülküdaşım Gölcük Lisesi Matematik öğretmeni Mehmet Akif Bekiroğlu bir soru sorma bahanesiyle yanına yaklaşan kendi öğrencisi tarafından katledilmişti. Düşünebiliyor musunuz o militan kendisine birşeyler öğretmekle görevli olan öğretmenini katletmişti. Nasıl bir nefretti bu? Bugünün çocukları böyle bir siyasi kutuplaşmayı tasavvur bile edememektedir.
Tabiidir ki siyasi kavganın tepe noktasında da siyasi partiler vardı. Bütün sol fraksiyonlar CHP nin kanatları altındaydı o zaman. Bir dönem siyasi erk de bunların elindeydi , asayişi teslim ettikleri Pol Der’in militan sol örgütlerinden farkı yoktu. Aslında polis derneğinden çok siyasal amaçlı bir dernekti.
Açıkçası tuz da kokmuştu yani.
Bizim hakimiyetimizdeki bölgeler sudan bahanelerle basılıyor ülkücüler tutuklanarak komünist militanlara resmen yol veriliyordu. Arada sırada faili meçhul cinayetler de işleniyor ve katilleri asla bulunamıyordu.
Pol Bir’li polis kardeşlerimiz teşkilatta çok vardılar ama yönetimdekilerin neredeyse tamamı Pol Der’lilerden oluşuyordu. Pol- Der’in en sistemli çalıştığı illerden biri de Adana’ydı. Şehirdeki ülkücü hakimiyeti devlet eliyle kürtçü komünist fraksiyonlara teslim edilmişti. O zamanlar pkk yoktu ama sol kisvesi altında örgütlenen komünist –kürtçü örgütler cirit atıyordu.. Kürtçü komünist olduklarını gizliyor ve kendilerini “devrimci” olarak tanıtıyordu. Tabii biz kimin aslında ne olduğunu çok iyi bilmekteydik.
Ama bilmek de yetmiyordu olan biteni anlattığınız zaman kimse size inanmıyordu. İnanılacak gibi değildi çünkü.
O devrin komünistleri içerisinde en çok ne yaptığını bilenler ise kürtçü komünistlerdi. Kavacılar, DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları), Rızgari’ciler, Tekoşin’ciler gibi fraksiyonlara bölünmüşlerdi ama asıl amaçları olan “Kürt ırkçılığını” da son derece iyi kamufle ediyorlardı.
70 li yılların sonunda ise “Apocular” adıyla toplananlar da bütün bu kürtçü fraksiyonların çoğunluğunu bir araya getirmiştir.
MHP ve liderimiz Türkeş o yıllarda durumun uçuruma gittiğini anladığı zaman, kavga ve çatışma ortamının tam da ortasında “Gönül seferberliğine” çağrısı ile ülkemizi birliğe davet etmiş ve dostluk elini uzatmıştı. Ama onu anlamadılar ve uzattığı eli sıkmadılar. Onun çağrıları vatansever ve milliyetçi olmanın gereğiydi. Bu çağrıların farkına varıp da değerlendirebilmek de basiret sahibi olmayı gerektiriyordu. O basiret de onlarda yoktu.
Türkiye öteden beri büyük devletlerin iştahlarını kabartan bir coğrafyadadır buna komşularımızın da siyasi emelleri eklenince Türkiye’nin gizli servislerin çatışma alanı olması kaçınılmaz olmaktadır. Nüfus başına düşen ajan sayısının en çok olduğu ülke de herhalde Türkiye idi.
Ayrıca düvel-i muazzama’ nın Sevr planını uygulamasını da göz ardı etmemeliyiz, benim kanaatime göre onlar bu planı uygulamaktan hiç vazgeçmediler vazgeçmeyecekler de . ABD ‘ nin Lozan antlaşmasını ve dolayısıyla Türkiye’nin sınırlarını tanımadığını da burada belirteceğim.
O yılların ortamı soğuk savaş ortamıydı bu konuya ilerde daha teferruatlı değineceğim.
Bu ortamda herkes de bilirdi ki Türkiye bilumum gizli servislerin cirit attığı bir yerdi,bundan kaçınamazdınız zaten.
Tıpkı bugünkü gibi.
Türkiye’de en çok faaliyet gösteren gizli servisler KGB, CİA ve MOSSAD idi. Bunlara İran gizli servisi Savak ile İngiliz gizli servisi M I 5’ı da ekleyebilirdiniz. Hatta Muhabberat (Suriye gizli servisi) ile Fransız ve Alman gizli servisleri bile pastadan pay kapmak için sıradaydılar. Pasta da tabii ki Türkiye Cumhuriyeti devletiydi ve pek de küçük sayılmazdı hani.
Aslında bunları ve bunların emellerini bilmeden Türkiye’de dönenleri anlamak mümkün değildir. Bu dün için geçerliydi ,bugün için daha da geçerlidir ve bu örgütlerin isimlerinin ve rejimlerinin değişmiş olması da hiçbir şeyi değiştirmemektedir. İsimler ve rejimler değişse de bağlı oldukları devletler aynıdır ve sonuç hiç değişmemektedir. Yani bilmemiz gereken gerçek devletlerin ana siyasetlerini rejimleri ile bağlı olamayabileceği ,rejimler değişse bile aynı siyasetin sürdürülebileceğidir.
Önce KGB ile söze başlayalım.
KGB o zamanın Sovyet istihbarat örgütüdür ama benim kanaatime göre eski Sovyetlerle bugünkü Rusya arasında hiçbir fark yoktur, tıpkı Sovyetler Birliği zamanındaki Kızılordunun Afganistan işgali ile bugünkü Rus ordusunun Çeçenistan işgali arasında fark olmadığı gibi.
Türkiyede yerli komünist örgütlerinin Sovyet yanlısı olanları KGB nin gönüllü destekçileriydiler. Onların inandıkları şey Sovyetler birliğinin “insanlığın kalesi” olduğuydu.
Bana göre bu büyük bir aldatmacadır ,burada onu da belirtmeliyim. Zaten enternasyonal idiler ve Kıbrıs Rum Komünist partisi Akel ile aynı doğrultudaydılar ve 1974 Kıbrıs harekatını “Faşist İşgal” olarak görüyorlar ayrıca bunu da açıkça da ifade ediyorlardı. Zaten inançlarının gereği komünizm enternasyonal idi ve Sovyetler de bunun “yani kendilerinin de “ lideriydiler.
Bu şekilde düşünen insanlardan devletlerine sadakat bekleyebilir misiniz ?
Tabii ki hayır’ dır bu sorunun cevabı.
Böyle yandaşları olduğu için Sovyet istihbaratı Türkiye’de haber kaynağı yönünden ve ayrıca yandaş bularak olayları yönlendirme açısından hiç de sıkıntı çekmiyordu.
KGB Sovyet cumhuriyetinin “milli menfaatleri” doğrultusunda hareket ediyordu ve tabii ki insanlığın kalesi falan da değildi. Zaten tarihin her devrinde ,her devlet kendi milli menfaatleri doğrultusunda hareket etmişti ve hiçbir zaman da “insanlığın kalesi””gibi bir kavram da olmamıştı .Bu laf son derece komikti aslında. Ancak ülkelerini ve milletlerini adaletle yöneten devletler tarihte mevcuttu. Ama bu adalet sadece kendi milletleri ile sınırlıydı. Böyle devletler de arada sırada oluşmaktaydı tarihin genelinde de çok azdı sayıları,bunlardan biri de yükselme devrindeki Osmanlı ve ilk yıllarındaki Türkiye Cumhuriyetiydi. Duraklama ve gerileme devirlerinde ise Osmanlı bu özelliğini kaybetmişti. Gerilemesinin altında da bu yatmaktaydı.
Hiçbir devlet insanlığın kalesi değildi ve bunun aksi düşünülemezdi bile. Aslında devletlerin kuruluş amaçları milli menfaatleriyle de sınırlıydı.
Ama bizim romantik marksistlerimiz bunu düşünemiyorlardı bile.
Çünkü düşünceleri anlamayıp da öğrenilmiş bilgiye dayanmıyordu tamamen ezberdi yani. Daha sonra bunlardan milli hassasiyetlerini kaybetmeyen bir grup doğruları kısmen de olsa anladılar. Ama o zaman anlamamışlardı.
Biraz sonra silah kaçakçılığını anlattığım zaman irdeleyeceğim, Türkiyede o dönemdeki silahlanmada KGB ‘nin çok büyük payı vardı.
KGB yerli marksistlerden dolayı medya alanında da etkiliydi. Sovyetlerin gönüllü yandaşları her yerdeydiler ve olayları anlatırken resmen çarpıtıyorlardı. O kadar ki bu kurdukları cümlelerden bile anlaşılıyordu.
Bir fakültede olaylar çıktığı zaman bunu “Faşist komandolar öğrencilere saldırdı” diye anlatıyorlardı. Bizim arkadaşlarımızın da oralarda öğrenci oldukları anlatılmıyor ve üstüne üstlük “faşist” damgası da vuruyorlardı bize.
Bu resmen dezenformasyondu
Her türlü çamur atılıyordu bize.
Bunun için 12 eylül zindanlarında çoğumuz işkencelere uğradık her türlü hakaret de edildi bizlere ama şükür Allaha ki “bir tekimiz bile” faşist ve ırkçı suçlamasından mahkum olmadık
Ama bu bizim alnımızın akıdır.
Her neyse konuya yine geri dönelim.
O ortam KGB nin açıkça at oynatabildiği bir ortam idi ve o ortamda gönüllü taraftarlarından dolayı son derece ucuz maliyetle faaliyet gösteriyorlardı.