Dr. Abdülkadir SEZGİN
İlk baskısı 1990 yılında Kültür Bakanlığı’nca yapılmış olan “Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik” kitabı, en son 1995 yılında beşinci baskısını yapmıştı. Arayanlar da uzunca bir süredir, bulamıyorlardı.
Bu kitap muhteva açısından, sistematik bilgi ve uygulamalara dayanan ve aynı zamanda da yol önderi olan kişilere de mesleki katkıda bulunan bir çalışmaydı. Arada bir uğrayan Dede’lerden “dua” öğrenecek kitap bulunmadığından yakınarak, yeniden basılmasını isteyenler de vardı.
Olayların hızı mı, iletişimin hızı mı daha ileri denecek bir zaman diliminde yaşıyoruz. Sosyal olaylar öyle hızlı, olumsuz gelişmelere sahne oluyor ki, bazen takip etmek bile insanı yoruyor.
Kitabın ilk yayınlandığında Alevi vakıflarından kaç tanesi vardı, kaç dernek veya federasyon bulunuyordu? Şimdi ise, sadece ülkemiz değil nerede ise, başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere, bütün dünyayı dolduracak kadar arttı.
Balkanlar, Bektaşilerin yaygın olarak yaşadığı topraklar olarak gözü gönlü Türkiye’de. Fakat eskiden kalma ideolojilerle onları da kendilerine benzetmek isteyenler, onlarla ilgilenenler arasında en önde ve etkin olanlar gibi görünüyor.
Sosyal ve kültürel gelişme deyince, daima iyiye, doğruya ve güzele doğru bir gelişme anlaşılır. İtiraf etmeliyim ki, Alevilik ve Bektaşilik konularında gelişmeleri bu kategoride sayma imkânı yoktur.
Dostumuz, müttefikimiz ve güya “idol”ümüz gibi görünen AB ve AB ülkeleri Aleviliği Müslümanlıktan ayırıp, “bağımsız bir din” yapma sevdasına düşmüş. İnsan bu durumu izlerken, Batıyı, sürekli aleyhimize planlar kuran ve sürekli “Haçlı Seferi” peşinde koşan Ortaçağ’ın Vatikan’ını görüyor.
Bu etki ile herkes, – ya içlerine girsek, bunlar bize ne yapar? Diye sormak istiyor.
Bu genel tavrı da bildiğim için kitabın içindeki bilgilerden değişmesi gerekenler, yeni gelişen şartların getirdikleri ile de yeni eklenmesi gerekenler olmalıydı. Bu gözle eski metni gözden geçirme zarureti hâsıl oldu.
Bu geçen zaman içinde, “Alevi meselesini çözeceğiz” iddiasıyla yapılan açılım gibi faaliyetler hem ülke içinde, hem de dünyada insanları ciddi beklentilere soktu. Boşa harcanan bunca emeğe, paralara, toplantılara, kırılan gönüllere yazık oldu. Sonuçta, dağın fare bile doğurmadığını hep birlikte gördük.
Tokat’tan bu toplantılara davet edilmiş bir Dede, Ankara’da, “devlet işin yasakla gitmeyeceğini gördü, herhalde yasağı kaldıracaklar”, diye heyecanlıydı. Gittikten sonra karşılaştığım oğlu, “babam, tam bir hayal kırıklığı ile gitti. Bırakın yasağı kaldırmayı, 677 sayılı kanunun adını bile anmamışlar” dediğinde, ne kadar üzgün ve umutları kırılmış olduğunu, hâlâ görür gibi oluyorum.
Hacı Bektaş Veli’nin tam adını taşıyan Bektaşiler ise, bu geçen zaman diliminde –nerede ise– nesli kesilmiş hale geldi. Köy Bektaşiliği/Alevilik şehirleri doldurdu. Yeni problemler ortaya çıkardı. “Cemevi Dedesi” bunlardan en önemlilerinden biridir.
Talip veya derviş, el aldığı, ikrar verdiği kendi şeyhi veya Dedesine bağlıdır. Gizlisi ve aşikârını onunla paylaşır. Yaptıklarını ona anlatır, kusur işlemişse, hesabını ona verirdi. Dernek veya Vakıf tarafından “Cemevi’ne atanmış” Dede, o bölgeye gelmiş belki de birkaç kişi hariç hiç kimsenin ”ikrar”ında bulunmamış, kendisine bağlı olmayan yüzlerce, binlerce insana Dede oluvermiş. Talip adıyla gelmişlerinde kaçı, toplantıya gelenlerin kaçını tanıyor?
Hâlbuki gelenekte Dede, Hacıbektaş’ta Pir Postu’nda oturan Çelebi Hazretleri’nin “icazet” adlı (yetki belgesi) ile gelir, Hak için yol öğretir, erkân yürütür, giderdi. Onun için Dernek Dedesi veya Cemevi Dedesi, yeni ve sosyal şartların ortaya çıkardığı bir problemdir.
-Peki, bu iş nereye kadar gidecek?
Bize kalırsa, yaklaşık elli yıla yakın bir zamandır, Hacıbektaş Müzesinin, “hiç olmazsa içine girip, dergâhınızı görüyorsunuz”, safsatası veya sözü artık kimseyi tatmin etmemektedir.
Diğer taraftan İslam Tasavvufu derin bir düşünce ve üstün bir ahlâk eğitimini içeriyor ve bunu uygulama mektebi olarak Tekke, Zaviye ve Dergâhlarda yapıyordu.
Bu mekânların kapandığı 31 Aralık 1925 tarihinden bu tarafa “düşünceyi geliştiren ve ahlâk eğitimi yapılan” bir tek okuldan bahsedilemez. Onun için de yaşadığımız en önemli problem, “ahlâk problemi” olarak kabul edilmektedir.
Denilebilir ki, ”şu kadar İmam-Hatip Lisesi, bu kadar ilahiyat fakültesi yok mu? Sen bunları nasıl söylüyorsun?”
Bu satırların yazarı İmam-Hatip Okulu’ndan başlayarak, bu okullarda okumuş biridir ve bu tecrübeyle bunları söylemektedir.
Ahlâk Bilgisi veya dersi, sadece kitabî bilgi verir; ahlâk eğitimini veren okulumuz, –üzelerek beyan ediyorum ki– yoktur. Bırakın ahlâkı, din eğitimi hangi okulda veriliyor? Unutmayalım ki, öğretim, eğitim değildir ve olamaz.
Kaldı ki, halk eğitimi ayrı bir şeydir. Halk eğitimi, Osmanlı Devletini 600 yıl yaşatan ruh ve güç, devletin gözetim ve denetimde bulunan Tekke, Dergâh ve Zaviyelerde tarikatlar eliyle verilmişti.
Her meşrebin, her anlayışın mekânı vardı, eğitimi yapılırdı. Herkes insan olmayı, olgun insan olmayı, “kemâl”e ermeyi bilir ve davranışlarında bunu gösterirdi.
Tarikatları, pek çok insan ve devlet yöneticisi tarikatı ilahi ve mukaddes kurum zannediyor. Tarikatların tasavvusun uygulama alanı; okulu olarak “dünyevi” bir halk eğitim kurumu olduğunu bilmiyor.
Sıkıntı da bu yüzen devam ediyor.
Geçen bir asra yakın zaman içinde, illegal tarikatlar (büyük bir çoğunluk olarak) siyaset ve ticaretle ortaklıklar kurdu ve onlar da, nefis terbiyesinden ve “insan-ı kâmil” yetiştirmek kaygısı yerine dört çekerli jiplerle lüks ve israfın bataklığına düştü.
Bunların sadece suyun üstünde görünen, içi boşalmış sahteleri olduğunu söyleyip, moral bulmak elbette güzel, ama…
Eğer çocuklarımıza ve torunlarımıza daha mutlu, daha doğru, daha ahlâklı, daha Hak duygusu ile hareket eden bir toplum bırakmayı düşünüyorsak, yanlışın neresinden dönülürse dönülsün, iyi ve doğru olacağını bilerek, yanlışımızdan vaz geçmeliyiz.
Müze olan dergâhları tekrar sahiplerine geri vermeliyiz. Tıpkı AB baskısı ile “kilise vakfı” diye iade ettiğimiz mallar gibi, dergâhları da –devletin gözetim ve denetiminde– sahiplerine geri vermeliyiz.
Bu bir kurtuluş reçetesidir.
Gerçekten bu ülkenin laik karakterini korumak istiyorsak, dindarlığın, el gördü veya şan şöhret veya para için değil, Allah için olmasını istiyorsak, siyaset alanındaki tarikatları, cemaatleri siyaset dışı alana; laik devlette, din kurumunun bulunduğu alana çekmeli ve kendilerine –kurumsal olarak– siyaset alanını kapatmalıyız.
Bu yazıyı okuyanlardan bu dediğin tamam da Diyanet’i, siyaset dışı alana çekmeye kimin gücü yetecek diye soranlar olacağını da biliyorum. Bu problem de tarikatlar meselesi görülürken herkesin aklına gelecek ve Yüce Meclis onun da çaresine bakacaktır. Bu ayrı bir şey değildir.
Osmanlı veya her hangi bir imparatorlukta “hanedan” mensubu olmayanların siyaset yapma imkanı olmadığı gibi, tarikatların asla siyasetle ilgileri olamazdı. Bu aklımızın bir köşesinde kalmalıdır.
Kitap, bu düşüncelerle gözden geçirildi ve “her nefsin tadacağı ölüm” gelmeden, “ölmeden ölmeyi” başarmış, Hakk’dan gayrı hiçbir şeyi düşünmeyen; işini gücünü Hak için yapan, Hak yemeyen, Hakkâ razı, gece gündüz demeden çalışan mutlu insanların cemiyetin, haline yeniden kurabilir, oluşturabiliriz.
Bunun yolu, yaygın eğitimi, Selçuklu ve Osmanlı tecrübeleriyle dokuz asır uygulamış olan geçmişimizin tecrübesi ile başarabilirz.
Bu dün hayal değildi, yarın da gerçek olabilir.
İnanmayanlar yabancı seyyahların “gezgin” kitaplarını okusun, eskiden başta İstanbul ve bütün ülkemiz böyleydi. Aylarca İstanbul’da kalanlar bir tek hırsızlık haberi duymadan giderlerdi.
Ya şimdi? Kaç saniyede kaç olay?…
Nerede ise, herkesin, diğerinin “malı nasıl götürdüğünü” konuşan bir toplum haline gelmişiz. Bunun bütün vicdanları sızlattığı ve kanattığı kanaatini paylaşıyorum.
Bütün tasavvufi yollar, aynı inanç ve amaçla Allah’a gider. Bütün tarikatların gayesi, “nefsi terbiye edilmiş, olgun insan yetiştirmektir”. Bektaşilik, Alevilik de bu yolların en önemlilerinden biridir.
Önemli bir not: Hacıbektaş Veli ve Mevlana soyuna mensup olup da büyük dedelerinin türbesine “Fatiha okuma” amacıyla girmek isteyenlerin bile “Müzeye Giriş Bileti” alarak ziyaret etmelerinden kimin vicdanı rahatsız olmuyor?
Rahatsız olan vicdanlar için çözüm arayanlar da çözümü bu kitapta bulacaklardır.